Makaleler

Dünya Tarihinde Orta Asya (Peter B. Golden) Kitap Özeti

Yazar: gülcan şener

Kitap özeti bölüm sıralarına sadık kalınarak yapılmıştır. Alıntı şeklinde önemli yerler belirginleştirilmiştir. Hızlıca kitabı okuması gerekenler içindir.

Dünya Tarihinde Orta Asya (Peter B. Golden) Kitap Özeti

Kitap Özeti

Dünya Tarihinde Orta Asya 

Peter B. Golden, Çev. Yahya Kemal Taştan İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2015, 246 Sayfa.

Giriş (Halklar Tabakası)

Tarihi olarak Orta Asya hakkında bilgiler verilmiştir. Orta Asya’nın Şamanların, Budistlerin, Zerdüştlerin, Yahudilerin, Hristiyanların, Müslümanların vd. buluşma zemini olduğunu; vadilerdeki yerleşik halk ve bozkırda ki göçebeler olmak üzere iki toplumu içerdiğini; coğrafi konum bakından özelliklerini, Altın Elbiseli Adam’ı örnek vererek zengin ve savaşçı olduklarını, halkın barbar şeklinde vasıflandırıldığını, Hint-Avrupa ve Altay dil ailelerinin Orta Asya tarihine hükmettiğini, dil yayılmasının fetih, toplu göç ve bir halkın başka bir halk tarafından toptan yer değiştirmeye zorlanması ile olabileceğini söyleyip aslında her zaman hangi araçlarla gerçekleşeceğinin bilinememesinden bahsedilmiştir.

Birinci Bölüm: Göçebeliğin Doğuşu Ve Vaha Şehir-Devletleri

Günümüz insanı yaklaşık 40.000 yıl önce ki buzul Çağı’nda muhtemelen bir av peşinde Orta Asya’ya girdi. Orta Doğu ve Avrupa’dan Orta Asya’nın güneybatısına gelen çiftçiler buğday ve arpa yetiştirdiler. Sulama kanallarının inşası tarımın daha sağlam bir esasa dayanmasını ve nüfus artışını sağladı.

Türkmenistan’da Elam, Sümer ve Harappa’nın tesirinde kalan ilk yazı sistemlerine ait izleri ve din adamlarının eşyaları işaretlemek için kullandıkları mühürlere rastlanmaktadır.

Atlar her şeyden önce besin kaynağıydı. Giyim ve barınmak için derilerini kullandılar ve “yük hayvanı” olarak gücünden faydalandılar. Ata binmeye ve onu tanrıları için kurban etmeye başladılar. Evvela tekerlekli at arabaları ve sonra muhtemelen Orta Asya’da icat edilen savaş arabaları ortaya çıkmıştır. Savaş arabaları, MÖ ikinci bin yılda Çin ve Ortadoğu’ya yayılmıştır. At üstünde hareket kabiliyetine sahip göçebeler, ani baskınlarıyla ve düşmanlarını dehşete düşüren ok bulutlarıyla korku duyulan savaşçılara dönüşmüştür.

Göçler, yabancıların bahsettiği gibi, yalnız su ve ot izinde gayesiz dolaşmalar değildi; dikkatle planlanmıştır, güvenilir yollar ve meralar takip ediliyordu. Göçebeler göç etmedikleri dönemde balıkçılıkla da uğraşarak nehirler etrafında toplanmışlardır. Göçler genellikle kışın güneye, yazın kuzeye doğruydu. Göçebelerin et, süt ürünleriyle varlığını sürdürmesi mümkün olsa da, yerleşik toplumların ürettikleri eşyalardan da yararlanmak istemişlerdir. Mesela atlar için lazım olan göğüs kayışları ve kompozit yay, yerleşik dünyadan çıkmıştır.

Göçebeler boy ve bodun biçiminde teşkilatlanmıştır. Devlet olma, bozkır toplumunda alışılagelmiş bir hal değildi. Çin’in zenginliğinin cazibesi ve gücünün zaman zaman bozkırlarda göstermesi, göçebeleri devlet kurmaya teşvik etmiş olmalıdır. Göçebeler, yerleşiklerin topraklarını fethettiklerinde güçlü hanedanlar vücuda getirdiler. Büyük bozkır göçebeleri, mühim ticaret yollarını korumuşlardır. Şehirliler, ticaretlerini kolaylaştırmak ve kendilerini diğer göçebelerden korumak için söz konusu göçebelere ihtiyaç duymuşlardır. İlk göçebeler, talep ettikleri malların kaynağı olması haricinde Orta Asya şehirlerinden uzak durmuşlardır. Ancak tuhaf bir şekilde, bu vaha şehir devletlerini daha büyük siyasi birlikler haline getirinde göçebe unsurudur. Semerkand, İslâm öncesi ve İslâmî dönem Orta Asya’nın en mühim şehirlerin biridir.

İkinci Bölüm: İlk Göçebeler ”Savaşı Meslek Edinenler”

Toharların atası bir topluluk, MÖ üçüncü bin yılın sonu ile ikinci bin yılın başlarında Doğu Türkistan’a geldi. İranî göçebeler, Moğolistan ve Sibirya’daki Türk ve diğer Altay haklarıyla münasebet kurdular. Zerdüştlüğe adını veren din ıslahatçısı Zerdüşt (kadim İran dilinde Zarathushtra “deve çeken” manasındadır), muhtemelen MÖ 1200-1000 civarlarında Orta Asya’da Amu Derya’nın üst kesimlerinde yaşadı. Zerdüşt, Yüce Varlık ve iyi güçlerin hükümdarı olan Ahura Mazda (Bilge Tanrı)’yı yüceltmiştir. Ahura Mazda şeytani güçlerin lideri, Musevî-Hristiyan-İslam geleneğindeki şeytan mefhumuna benzer bir varlık olan Ehrimen’e karşı mücadeleye liderlik etmektedir. Zerdüşt, şeytanla mücadelede insanın mesuliyetini vurgulamıştır. Üç bin yıllık dönemlerin son çeyreğinin başında, kendisine gaipten haber veren vahiyle gönderildiğine inanıyordu. Pers Sâsânî hükümdarları, Zerdüştlüğü imparatorluklarının resmi dini yaptılar fakat söz konusu din, Orta Asya devletlerinde asla bu mevkie ulaşamadı.

Heredot, İskitleri askeri açıdan yenilmez olarak tarif ediyordu. Ona göre katlettikleri düşmanlarının kanını içiyor, başlarını hükümdarlarına getiriyorlardı. Savaşçılar öldürdükleri düşmanlarının kafataslarından içki kadehleri yapıyorlardı. İskitler, hayvanların sihirli güçlere sahip olduklarına inanıyor; elbiselerini, gündelik eşyalarını ve silahlarını hayvan tasvirleriyle süslüyorlardı.

Yakın Doğu’dan Hindistan’nın kuzeyine uzanan ilk büyük kara imparatorluğunu kuran Persli Kiros, Orta Asya’yı işgal etti fakat akabinde MÖ 530 da İskitlere karşı düzenlediği bir seferde öldürüldü.

Menşei belirsiz olan Asya Hunları’nın buhranlar karşısında tepkilerinin “talan ve yağmacılık” olduğu ve “savaşı meslek edinmişlerdir” iddia edilmiştir. Asya Hunları haraç esaslı göçebe siyasetinin başlangıcını teşkil ettiler. Hun fetihleri, Çin sınırlarından batıya doğru bir dizi göçe yol açtı. Çin’in batıya doğru ilerlemesi, ticari gayeleri için ipeği kullanması ve Orta Asya pazarlarını emniyet altına alması İpek Yoluna katî şeklini verdi. Çin’le uzun müddet savaş, büyük zayiata yol açmıştı ve Asya Hunları gerilemekteydi. Çin, Hun toplumunda sarayda giderek artan tefrikaları tahrik ve istismar ediyordu. Asya Hunları, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölünmüştü.

Batıda göçebe menşeili iki siyasi teşekkül şekilleniyordu: Kuşan İmparatorluğu ve Avrupa Hunları. Kuşan hükümdarları sulama projelerinin hayata geçirilmesiyle tarımı geliştirdiler. Mısır, Çin ve Hindistan’dan mallar alıyorlardı; kürk ticareti ve kıymetli taşların alım satımı İpek Yolu için hayati ehemmiyete sahipti. Ticaret ve hac yolları iç içe geçtiğinden Kuşanlar, milletler arası ticareti desteklerken aynı zamanda Budist hacıları da himaye ediyorlardı. Bazı Kuşan hükümdarları Budizm’in Orta Asya’nın güneyinden Çin’e yayılmasını himaye ve teşvik etmişlerdir.

Asya Hunları’nın yükselişi ve çöküşü, göçebe haklarını, bilhassa Türk topluluklarını Çin ve Moğol sınırlarından iterek uzaklaştırdı ve onları batıya, Deşt-i Kıpçak’a getirdi. Deşt-i Kıpçak’ta daha başka boyların katılımıyla yeni bir boy birliği vücut buldu: Avrupa Hunları. Avrupa Hunları İranî halk olan Alanları ve Got kabile birliklerini yendiler. Hun Başbuğu Attilâ Roma topraklarını yağmaladı; toprak fethetmek değil, yağma ve haraç peşindeydi. Hunlar dizginlenemeyen barbarların sembolü oldu. Acımasız şöhretlerine rağmen Hunlar, Çin ve ya Roma İmparatorluğu’nun varlığı için asla bir tehdit olmadılar.

Üçüncü Bölüm: Kutlu Kağanlar: Türkler Ve Halefleri

Asya Hunları’nın ve Han Hanedanı’nın çökmesini müteakip ortaya çıkan siyasi iktidarsızlık döneminin ardından üç mühim devlet teşekkül etti: Kuzey Çin’de Tabgaçlar, Moğolistan’da Asya Avarları ve Kuşan topraklarında Eftalitler.

Tabgaçlar, Kuşanlar marifetiyle İpek Yolu üzerinden Han Çini’ne gelen, o zaman Çin’e yabancı bir inanç olan Budizm’i hararetli surette destekleyerek din üzerinden bazı farklılıkları devam ettirdiler. Beşinci yüzyılın son çeyreğinde Orta Asya ile ticari ilişkileri derinleşen Tabgaçlar’ın Budizm’e alakaları arttı.

Ch’e-lu-hui, Çinlilerin daha sonra haleflerinden bahsederken alaycı bir şekilde Juan-Juan’a (yerinde duramayan böcek) çevirdikleri Jou-Jan unvanını kabul etti. Jou-Janlar kendilerini Apar veya Avar diye adlandırdılar. Avarlar’ın üstün bir askeri güce sahip fetihleri, Gobi Çölü’nden Baykal Gölü’ne, Doğu Türkistan’dan Mançurya ve bugünkü Kore sınırlarına kadar uzanan bir mülkle neticelendi.

Ak Hunlar, 350-370 civarında Altay’ı terk eden muhtelif ‘’Hun’’ toplulukları arasından eski Kuşan topraklarında ortaya çıktı. Sasani meselelerine müdahil oldular. Baktriya dilini benimsediler; Budizm, Zerdüştlük, Hinduizm ve muhtelif Hint-İran tanrılarına alaka duydular. Bu terkibe Orta Asya’da yeni ortaya çıkan Hıristiyanlık ve Manihezm’i dahil ettiler. Tuhaf olan Ak Hun âdetleri, yabancıları hayrete düşürüyordu. Kardeşler nikahsız eşlerini paylaşıyorlardı. Eşler, kocalarının sayısını bildirmek maksadıyla başlıklarının üzerine boynuzlar takıyorlardı. Çocukların başlarının bağlanması, şekilsiz, ince uzun kafatasları ortaya çıkardı. Kafatasını maksatlı olarak değiştirme, bazı bozkır halkları arasında yaygındı. Bazı kişilerde tesadüf edilen bu teamül, şamanların coşkun sanrı hâllerine benzer hastalık nöbetlerinin neticesi olabilir.

Göktürkler, Çince’den ödünçlenmiş, doğuyu ifade eden ‘’mavi, gök’’ manasındaki A-shih-na ismini taşıyordu. Türk efsanelerinin Çince anlatmalarına göre A-shih-na Türkleri, bir dişi kurt ile düşmanları tarafından yok edilen bir urukun tek kurtulanının çiftleşmesinden türemiştir.Yönetici soyun bir kurttan doğduğu yahut bir kurt tarafından emzirildiği husus, Avrasya’da yaygındır.

Sâsâniler ve Soğdlular, Orta Asya’dan Akdeniz dünyasına uzanan İpek Yolu’ndaki malların taşınmasında en mühim aracılardı. Doğu-Batı tüccarları olan Soğdlu tebaaları tarafından yetiştirilen Türkler, seçkin ipek tacirleri olmuştu. 640 yılında T’ai-tsung, Çin ile uzun yıllar samimî münasebetlerin kurulduğu Batı Göktürk sahasındaki Doğu Türkistan’da, İpek Yolu üzerinde bir şehir olan Koço’yu istilâ etti. Kısa sürede diğer şehir devletler de teslim oldu. Bu gelişmiş ticarî şehirlerin, hâlihazırda kozmopolit bir niteliğe sahip T’ang hanedanı üzerinde mühim kültürel tesirleri oldu. Orta Asya müziği (hükümdarlar sık sık müzisyenlere ‘’hediyeler’’gönderirdi), enstrümanları, dansı, ‘’Batı Bölgeleri’nde, bilhassa Soğdia ve Kuça’daki icralarıyla sanatçılar ve sanat tarzları, Çin başkentinin her yerinde revaçtaydı. 30.000 müzisyeni himaye eden imparator Hsuan-tsung, Kuça ‘’davulu’’nu çalmayı dahi öğrenmiş ve kötü bir şöhrete sahip cariyesi Yang Kuei-fei, zıplamaları ve dönmeleriyle meşhur Soğd danslarından hoşlanmıştı. Bazı saray görevlileri, görünürde çıplak icralar, çamur ve su etrafında sıçramalar ihtiva eden’’ Barbarların üzerine soğuk su serpen’’ Soğd dansından rahatsız olmuşlardı.713 yılında bu dans yasaklandı.

Moğolistan’da Orhun Nehri üzerinde, 8.yüzyılın başlarına ait Orhun Kitabeleri’nde, Türk İmparatorluğu’nun dirilişinin efsanevî sahnesinden bahsedilir. Kitâbelerde, ölüler doğrudan halka hitap eder.

Türk devlet aygıtı, resmî görevleri ve çoğu Çince, Soğdca, Toharca ve Hint menşeli olan unvanları büyük ölçüde Jou-Janlardan miras kalmıştı. Kağan,’’Tanrı gibi gökte doğduğunu’’ ve hükümranlığının ilahî bir buyruk olduğuna delalet eden kut’u (ilahi talih/ şans) elinde tuttuğunu iddia ediyordu.

651’de İran’ı fetihlerinden sonra Araplar, 8.yüzyılın başlarında İpek Yolu’ndaki nüfuzları zayıflayan Batı Göktürklerinin Sogdia’daki hükümranlıklarını tehdit ettiler. 742 yılında Basmıllar Göktürkleri devirdiler. Daha sonra Uygurlar Basmılları yıktılar. Uygur seçkinleri, Maniheizm’i benimsediler. Göktürklerin aksine Uygurlar, Soğdluların ve Çinlilerin yardımıyla şehirler inşa ettiler. 757 yılında Orhun Nehri üzerinde, başkentleri Ordu Balık’ı kurdular.

Tibetliler, Orta Asya’dan çekildiler ve bir daha asla kayda değer askeri güç olamadılar. Kırgızlara yönelik savaşlarla karşı karşıya kaldılar. Kırgızlar taht mücadeleleri, hastalıklar ve bozkırdaki kıtlıklar sebebiyle zayıflamış Uygurlar üzerine yürüyerek 840 yılında başkenti istila ettiler. Bazı Uygur boyları Çin sınırlarına kaçtılar, daha sonra Doğu Türkistan ve Kansu’da bir dizi küçük devlet kurdular. Doğu İranlı, Toharlı yerli nüfusla karıştılar ve nihayet onları Türkleştirdiler. O güne kadar genellikle göçebe çobanlıkla meşgul olan Uygurlar, şehirler kurarak ve tarımla uğraşarak yerleşmeye başladılar. Soğdluların benimsedikleri Arami-Süryani alfabesi (İbranî ve Arap alfabeleriyle alakalı), Uygurlar tarafından da kullanılmıştır. Uygurların yerini alan Kırgızlar, ne Orhun ve Selenge nehirleri üzerindeki devletlerini merkezileştirdiler; ne de geniş çaplı fetih teşebbüslerinde bulundular. Onun yerine, Çin ve Ortadoğu ile ticarî münasebeti sürdürdükleri yurtları Yenisey’e döndüler.

Dördüncü Bölüm: İpek Yolu Şehirleri Ve İslâm’ın Zuhuru

Yedinci ve sekizinci yüzyıllarda Mâverâünnehr’e yönelik Arap akınlarının arifesinde, kuzey İpek Yolu’yla bağlar kurmuş bir dizi vaha şehir devleti vardır. Çaç (Taşkent), Buhara ve Semerkand gibi tarım, imalat ve ticaret merkezi olan batı Soğd şehirlerinin bulunduğu Harezm, kuzey ormanlarının Fin-Ugor ve Slav halklarına ait malların Ortadoğu’ya nakli için başlıca güzergâh oldu. Çin’den Kırım’a kadar Avrasya sathında dağılmış ticaret kolonilerine sahip Soğdlular, bu ticari dünyaya hâkimdiler. Daha önce Kuşan ve Eftalit hâkimiyeti döneminde Zerdüştlük ve Budizm’in önemli bir merkezi olan Baktriya, Soğdia’nın güneyinde yer alıyordu. Hsüan-tsang, burada ’’100 manastır ve 3000 rahip’’olduğunu yazmaktadır. Altın ve mücevherlerle süslü Buda heykelleri, inananlar kadar akıncılara da cazip gelmekteydi.

Hoten güneye ve Kaşgar batıya hâkimdi. Hoten beyaz, yeşil yeşim taşının ve ipeğin merkezi idi. Hoten sâkinlerinin müzik ve dans âşığı kibar Budistler olduğunu yazmaktadır.Mahallî kültüre göre, ‘Asya Hunları’nın saldırılarıyla karşı karşıya kalan Hoten kralı, ordugâhını şehir dışındaki sıçan delikleri üzerinde kurmuş işgalcilere karşı sıçanların yardımına başvurdu.Sıçanlar, daha sonra Hunların deri zırh, at koşumu ve yay-kirişlerini kemirdiler.

Kuça, Agnive Koço (Karahoca), en az sekizinci yüzyıla kadar Toharca konuşan halkların yaşadığı kayda değer şehir devletleriydi.Gıda maddeleri, şarap, ipek, dokuma, keçe, yeşim taşı ve kozmetik mamuller ihraç ediyorlardı.Bütün bu bölge, Çin ve Hindistan’dan gelen derin kültürel tesirlere maruz kaldı.

Hâkimiyetleri bazen doğrudan olmamasına rağmen Türkler, 650 yılına kadar Mâverâünnehr’de hâkim güç idiler.

Narşahî, şehir surlarının dibinde, aralarında ‘manav tezgahlarının’ ve yanında ‘fıstık kırıcıların’ bulunduğuna işaret ettiği Buhara’da 1000 dükkanın mevcut olduğunu ileri sürmektedir.

Kültürlerin harmanlanması, en açık biçimde dinlerde görülmektedir.Ortaçağ’da, Yakın Doğu ve Avrupa’daki keskin karşıtlığın aksine Soğdlularda asla devlet dinine rastlanmamakta ve hoşgörü her tarafta tatbik edilmektedir.

Hsüan-tsang ve sonraki Çinli seyyahlar, Budizm’in muhtemelen güçlü olmadığı Soğdia’da ona has bazı bakiyelere rastladılar.Hsüan-tsang, Semerkand hükümdarı ve halkının ateşperest olduğunu ifade etmektedir.Soğdlular ve Harezmliler, anasır’ı erbaa (ateş, su, toprak, hava) üzerine yoğunlaşan Zerdüştlük öncesi kültler yanında doğum, ölüm ve yeniden doğuşla alakalı efsanevî İran kahramanı Siyavuş’u da kutsal addediyorlardı.

Arapça mühim eserler vücuda getiren Harezmli âlim ve müellif el-Bîrûnî, birçok Soğd ve Harezm bayramının açıkça mahallî Zerdüştlükle alakası olduğunu belirtir.Mesela Basâkanac ayının (Soğd takviminin dördüncü ayı) on beşinci gününe rastlayan bir bayram bulunmaktadır; bu bayramda, ateşte pişirilen herhangi bir şeyi yemek ve içmekten imtina ettikleri gözden uzak bir vakitten sonra yine mayalı ekmek yemelerine izin verilmekteydi.Faghakân ayının ikinci günündekş yıl ortası bayramında, insanlar ateş mabetlerinde toplanırlar; darı, tereyağı ve şekerden yapılmış hususî bir yemek yerlerdi.Maalesef el-Bîrûnî, bu bayramların (çoğu bayram adı ‘yemek’ anlamında khwâra sözcüğünü içerir) dinde ne gibi bir role sahip olduklarının izah etmemektedir.

Orta Asya ve başka yerlerde Arap-İslâm fetihleri, muhtelif Saiklerden ileri gelmektedir:dinî şevk arazi kıtlığı, savaş ganimeti ve İslâm topraklarının merkezinde giderek artan ihtilafın yönünü başka noktalara çekme. Son Sâsânî Hükümdarı III. Yezdigerd’in meçhul bir suikastçı tarafından öldürülmesi ve İran’ın Araplara boyun eğmesinden sonra Müslümanlar, ‘nehrin (Amu Derya) ötesi’ manasına gelen Mâverâünnehr’e girdiler. Hz Muhammed’in halefleri ve giderek büyüyen İslâm devletinin siyasî liderler, olan Emevî halifelerinin; Göktürklerin Kuzey Kafkasya’daki varisi Hazarlara, Mâverâünnehr’deki Batı Türklerine ve Kuzey Afrika’daki Berberîlere yönelmesi, büyük Arap yayılmacılığının bir parçasıydı.

705 yılında, Emevîlerin doğudaki komutanı Kuteybe bin Müslim, Arap akınlarını fetih savaşlarına dönüştürdü.Kuteybe art arda Buhara, Harezm ve Toharistan’ı (Afganistan’da) ele geçirdi.712’de Semerkand’ın üstesinden gelmeye hazırdı.713 yılında Doğu Göktürk ordusunu yenen Araplar, Soğdia ve Harezm üzerindeki hâkimiyetlerini emniyet altına almaya dikkat ediyorlardı.

Müslüman fâtihler, kendi iç siyasetlerindeki ihtilaflardan mustariptiler.Müdafaasız kaldığını hisseden Kuteybe isyan etti ve 715’de öldürüldü.

Arap hâkimiyeti sarsılırken Batı Türkleri, sembolik Batı Göktürk Kağsnlığı’ndan ayrı bir güç olan Türgiş boyundan Su-lu idaresinde yeniden canlandılar.

736-37’de T’ang Hanedanı,Türgişleri yendi ve Tibetlileri bozguna uğrattı.

Türgişler parçalandılar ve Arap hâkimiyeti için bir tehdit olma vasfını yitirdiler. Uygurlar, Doğu Türk topraklarının yeni hâkimleri oldu.O güne dek Uygurlarla müttefik bir Türk boy birliği olan Karluklar, ertesi yıl T’ang Hanedanı’nın yeniden hâkim olduğu Batı Türk topraklarına firar ederek mütehakkim yeni idarecileriyle bağlarını kopardılar.

Karlukların düşman safına geçmesi, giderek artan Batı Türk-Türgiş rekabeti, Müslümanların muzaffer olmasını sağladı.Semerkand’dan götürülen esirler arasında kâğıdın nasıl yapıldığını bilen Çinlilerin olduğu ve bunların geniş Akdeniz dünyasına kâğıdı tanıttıkları uzun süredir iddia edilmektedir.

Arap zaferi, Çin’in iç saval (775-763) sebebiyle Orta Asya’dan çekilmesini müteakip İslâm’a Mâverâünnehr’in hâkim dini olma yolunu açtı.

Orta Asya’da, müteakip birkaç asır içinde şehirli, İran dilli nüfus kitlesi İslâm’ı benimsedi.Tüccar zihniyetli Soğdlular ve Harezmli tacirler, inkişaf eden İslâm dünyasının bir parçası olmanın kârlı olduğunu gördüler.Onuncu yüzyılda halifenin nüfuzu zayıflamış olmasına karşılık artık şehirlere katî olarak yerleşmiş mahallî İslâm, taşraya da uzandı. On birinci veya on ikinci yüzyıla gelindiğinde buraları da büyük ölçüde İslâmlaşmıştı.Eski toprak sahibi eşraf, dihkân sınıfı zayıflamış, yerini yeni Müslüman seçkinler almıştı.

Müslüman dünyasının her tarafına yayılmıştır. İranlılar, Müslümanları Tâcîk veya Tâzîk olarak tesmiye etmişlerdir.Orta Asya’da Tâcîk tabiri, evvela Arap Müslümanları ifade ediyordu; ancak zamanla, Fars dilini benimseyen bütün Mâverâünnehr Müslümanlarına atfedilmeye başlandı.

Orta Asya’nın birçok yerinde siyasî metbuların dili olan Türkçe de hatırı sayılır ilerleme kaydetmişti.On birinci yüzyılın sonlarında Türk lügatçisi Kâşgarlı Mahmûd, Arapça kaleme aldığı eserinde hem Türkçe ve hem de Soğdca konuşan iki dilli nüfusa sahip şehirlere işaret etmektedir.

Doğu Türkistan’daki durum pek çok açıdan farklıydı.Müslüman Arap orduları buraya ulaşamamıştı.İslâm, burada ancak dokuzuncu yüzyılın sonu ila onuncu yüzyıllar zarfında tutunacak bir yer edindi.Kuzeybatı Çin’deki Tangutlar, Kansu Uygur Devleti’ni istila ettiler; Türk halkları arasında Budist bakiyesi birkaç topluluktan biri olan Kansu Uygurları, Sarı Uygurlar diye bilinen etnik bir topluluk şeklinde varlığını sürdürdü.Doğu Türkistan’daki Uygurlar, istiklallerini muhafaza ettiler.Bunlar, İranî ve Tohar halklarla ortak bir inancı paylaştı:Budizm.Yerleşik olan ve tebaalarıyla karışan Uygurlar, kendilerini Batı bölgeleriyle Çin arasındaki ticaretin aracılarına dönüştürdüler.Bugün Sincan denilen bölge, aslında Doğu Türkistan’dı.

Beşinci Bölüm: Bozkır Semâlarında Hilâl: İslâm Ve Türk Halkları

Kutlu Kağanlığı’nın yıkılmaı ve Uygurların Moğolistan’da hâkimiyeti ele geçirmesiyle başlayan göçler Türk boylarının batıya, İranî-islâmî Mâverahünnehr sınırlarına ve kimi zaman da Deşt-i Kıpçak’a akmasına sebep oldu. Karluklar, 745’te güneydoğu Kazakistan’daki Yedisu bölgesine geldiler ve 766 yılında önemli bir mahallî güç olarak Batı Türklerinin yerini aldılar. 8. yüzyılın son çeyreğinde istilacı Kimekler, kuzey ormanlarıyla kürk ticaretinden kârlı şekilde faydalandılar. 11. yüzyılın ilk yarısında Kıpçaklar, Kimek Kağanlığı’nı yıktılar. Hem orman hem de bozkır dünyasında hayatlarını idame ettirmelerine karşılık Kırgızlar, İpek Yolu ticaretinden misk, kürk, kereste ve fil dişi ihtiyacını karşılıyorlardı.

9. yüzyılın başlarında Müslümanlar, kölelerle canlı bir ticaret geliştirmişlerdi. Türk köleler, ağırlıklı olarak emirlerini uygulayacak, rakip siyasî ve etnik hiziplerin halifeliği yıkmasına müsaade etmeyecek yabancı insanî askerî makineler arayan Abbasî halifelerine satıldılar. Diğer taraftan, Orta Asyalı birtakım Soğd ve Türk asilzâdesi gönüllü olarak halifeliğin hizmetine girdi. Türklerin pek çoğu yüksek askerî makamlara ve saray hizmetlerine girdiler, zamanla halifeliği nüfuzları altına aldılar. Hazar kağanı, 8. yüzyılın sonu ile 9. yüzyılın başlarında Museviliğî kabul etti. Emeviler döneminde İslam’ı benimseyen mahallî beylerin soyundan olan Samanîler dokuzuncu yüzyılın başlarında bölgede şöhret kazanmışlardı. Samanîler hizmet edecek köleler yetiştirmek maksadıyla okullar açarak bunu ticarete dönüştürdüler.

Sâmânîler fetihlerini Darü’l-İslam’ın gelişmesinin bir parçası olarak sunmak hevesindeydiler. Siyasî menfaatlerin yanı sıra çoğu tüccar ve ardından Tanrı’yla vecd halinde manevi bütünleşme arzusundaki sûfî denilen Müslüman mutasavvıflar gibi isimsiz misyonerler de İslam’ın yayılmasında rol oynadılar. Sûfî kelimesi, bu hareketlere mensup ilk zahitlerin giydiği basit yünlü elbiseyi ifade eden Arapça sûf’dan (yün) gelmektedir. Farsçada sûfîler derviş (fakir) olarak bilinirler; İngilizcede dervish tarzında yazılır. Sonradan gelen bazı sûfîler, birçok açıdan Türk şamanlara benzeyen karizmatik, renkli, tuhaf kişilerdi. Şamanlar gibi onlarında hayvan suretine girebilme, hastalıkları tedavi edebilme ve gayipten haber verme istidadında olduklarına inanılırdı. Muhtelif dinlere (Budizm, Zerdüştlük, Hristiyanlık, Musevilik ve Maniheizm) zaten aşina olan Türkler, bu halk İslâmını ve tasavvuf terkibini kolayca benimsedi. Mesela İslâmî cennet ve cehennem mefhumları, hâlihazırda Türkçede mevcut olan mefhumlardı ve bunlar, umulacağı üzere Soğdcadan ödünçlenmişti. Musevî-Hristiyan-İslam Tanrısıyla Türk Tengirisinin harmanlanması, zor bir şey değildi, Bozkırda yayılan İslami temelde Sünnî idi fakat ataları tapma yahut âyîn ve manevi dünyaya nüfuz eden şamanların esrime halinde ortaya koydukları ilahiler gibi eski şamanlık ve diğer teamüller yanında İslam’dan tümüyle ayırt edilemeyen mahalli adetlerle muhtelif derecelerde harmanlanmıştı. Gazneliler, filleri savaş manevralarının aslî bir parçası olarak.

Gazneliler Fars şiirinin hamisi oldular. Birçok şair gibi Şehname’nin yazarı Firdevsi de Mahmud’un sarayında bulundu. Karahanlı idaresi Türk-İslam kültürünün doğuşunda yaratıcı bir rol oynadı. Yusuf Has Hacibin kutatgu bilig eseri ve Kaşgarlı Mahmud’un Divanu Lügâti’t-Türk eseri bu dönemde verilmiştir.

İpek Yolu’nun daha da gelişmesi muhtemelen Karahanlı şehirlerinin büyümesinde müessir olmuştur. Karahanlı döneminde mahalli halkın dili giderek daha fazka Türkleşmeye başladı.

Onbirinci yüzyılda Orta Doğu’nun hakimleri olan Selçuklular Sır-Derya bölgesindeki Cend’e yerleşti ve İslam’ı kabul etti. Selçuk ve oğulları, Cend’de put perest akrabalarına karşı savaştılar. Selçuklular Sûnnî İslâm dünyasının hakim gücü haline geldi.

Altıncı Bölüm: Moğol Kasırgası

Moğollar on ikinci yüzyılın sonlarında Moğolistan’da ve civar bölgelerinde yaşayan birtakım boy birliklerinden biriydi. Kimileri bozkır göçebesi, kimileri ise avcı ve balıkçı orman halkıydı. Moğoıllar, Tatarlarla peşpeşe yaptıkları mücadelelerde çoğu defa başarısız oldular ve kısa süre sonra kendi aralarında kavgalara başladılar. Cengiz Han, 1160’ların ortasında, bu kavgalarla parçalanmış dünyada doğdu. Cengiz bir fetih takvimi hazırladı. Sibirya ormanı ve orman-bozkır halkları (Kırgız, Oyrat) ile Gobi’de ki Önggüt Türkleri çabucak boyun eğdiler. Tangutlar, 1209’da haraçgüzâr devlet oldular. Aynı yıl, Tarım Havzası Uygurları’nın hükümdarı Barçuk, Karahıtavları tanımadı; 1211 yılında hanedan mensubu prenseslerden birini gelin olarak verdiği Cengiz Han’a resmen bağlılık yemini etti.

Cengiz’in vazettiği Moğol Yasası’nın uygulayıcısı Çağatay, başlangıçta eski Karahıtay mülkünün pek çoğunu aldı, nihayet Doğu ve Batı Türkistan’nın neredeyse tamamına sahip oldu. 1241’e gelinceye kadar Moğollar, Kıpçakları ve Rus knezliklerini zapetmişti. Deşt-i Kıpçak’ın fethi, çok sayıda Türk göçebenin Cengizlilerinin hakimeti altına girmesine yol açtı. Moğollar, aynı zamanda Orta Asya’daki beygir gücünün neredeyse tamaına hakim oldular ki bu dünyadaki atların hemen hemen yarısı demekti. 1241’deki Moğol istilaları, Polonya ve Macaristan’nın kısa sürede Cengizlilerinin hakimiyetine girmesine yol açtı. 1243 yılında Türkiye Selçukluları, Kösedağ Savaşı’ında mağlüp oldular. İran ve Anadolu, artık büyük ölçüde Moğol hakimiyeti altındaydı. 1260 yılında Memlüklüler, Yakın Doğu’da Moğol ilerlemesinin sonu demek olan Celile’de (Ayn Calut) istilacı Moğol kuvvetlerini yendiler. Orta Asya menşeli olan Memlükler, Moğolları durdurabildi.

Onüçüncü yüzyılın sonlarında Moğol İmpartorluğu Kore, Çine ve Maçurya’dan Ukrayna ve Rusya’ya uzanıyordu. Nüfuz sahasına Balkanlar ve Bizans İmparatorluğu da dahildi. Moğol menşeli Bolad Ağa, Çin ve daha sonra İran’da hizmet gördü. Moğol İmparatorluğu’nun büyük tarihçisi Reşidüddin, buralara dair en mühim bilgi kaynaklarından biri oldu. İlhanlılar döneminin önemli nazırlarından biri olan Reşidüddin, Yahudî menşeli İranlı bir Müslümandı. Câmiü’t Tevârih adlı eserin yalnız Moğolları ve diğer Orta Asya haklarını değil aynı zamanda Çin, Yakın Doğu tarihi ve Batı hakkında bildiklerini de ihtiva etmektedir.

Yedinci Bölüm: Son Cengizlile, Timur Ve Timurlu Rönesansı

Moğollar, Cengizlilerin hususi ordularının bir parçasının teşkil eden bazı boyları bölerek göçebe Türkleri şuurlu şekilde sağa sola dağıttılar. 1263 yılında Saray’a gelen Memlük elçileri, eski göçebe su kültüne göre elbiselerini yıkamamaları hususunda ikaz edildiler. Su; gökleri, Türkçe ve Moğolca konuşan hakların ulu gök tanrısı Tengri’yi temsil ediyordu. Su kirletilmezdi. İslam ancak 1320’lerde ihtida eden Özbek ile esaslı bir tutunma noktası kazandı. Özbekler şamanlar ve Müslümanlar arasında bir münazara tertiplenmesini emrettiler. Biri Şaman diğeri de Sufi için olmak üzere iki büyük tanrı yakıldı ve hangisi yanmadan kurtulursa onun dininin sahih olacağına karar verilecekti. Müslümanlar çok kıllı adam olan Baba Türkles’i seçtiler. Türkles bir savaş zırhı giydi. Saçları savrularak zırhın halkalarını delip geçti. Daha sonra tandıra girdi. Muarızı şaman, arkadaşları tarafından çukura atıldı ve dakikasında telef oldu. Tandırında bir koyun pişiren Baba Türkles, dua okumaya devam ediyordu. İyice kızaran koyun çıkırıldığı ve tandırın kapaüğı açılığında “Neden acele ediyorsunuz?” diye kızdı. O zamana kadar zırhı, “ateş gibi kor haline gelmiş”, fakat “Ulu Tanrı’nın kudretiyle Baba’nın vücudunda bir kıl bile yanmamıştı.” Han ve maiyeti derhal Müslüman oldular.

Türk-Moğol Şamanları kerametler gösteren sûfîlerin, tıbbî tedavilerin tesirli olması için şekil değiştirilmesi ve ruh dünyasına girilmesi gerektiğine inanan kendi ananevi şamanlarına çok benzediklerini düşünüyorlardı. İhtidadan asırlar sonra, mesela Kırgızlar arasındaki şamanlar, hâlâ esrimeler ve ruhlara kurban adamalarla hasta insanları “tedavi” ediyorlardı. Akabinde çoğu kere Kur-an’dan ayetler naklediliyor, iki inanç sisteminin nasıl iç içe geçtiğini gösteren uygulamalar birbirini izliyordu. 1958-1965 yıllarındaki şiddetli kuraklıklar boyunca çaresiz kalan Kırgızlar, genellikle Müslüman velilerin mezarları başında kadim şaman ananelerine uyarak hayvan kurban etmişlerdi. Atlardan intikal eden kurt gibi hayvanlara saygı, bazı Orta Asya topluluklarının halk kültüründe yaygın olarak sürmektedir.

Yalnız Cengiz soyundan gelenler han olabileceği için, Timur bu ünvanı hiç kullanmadı. Çağatay Ulusu’nda kuvvet üssünün istikrarsızlığına karşılık Timur’un asıl ihtiyaç duyduğu şey, nüessir bir ordunun devamlılığını sağlamak olacaktır. Timur’un komşularına yönelik bir tür “yağmacı” seferleri, Hindistan’dan Anadolu’ya kadar uzanıyordu. Bunlar ganimet elde etmeye yönelik akınlardı, kalıcı fetihler değillerdi. Alî Şir Nevâî, hem Farsça hem de Çağatay Türkçesinde divan tertip etti. Muhâlkemetü’l-Lügâteyn (1499) adlı eserinde Farsça ile Türkçenin aynı itibarda olduklarını savundu.

Sûfîler, ferdî olarak ve topluluk halinde Orta Asya göçebelerinin İslâmlaşmasında mühim rol oynadılar. Tarikatlar şeklinde teşkilatlandığı için kısmen büyük servetler elde eden sûfîler, Timurlu siyaseti, cemiyeti, iktisadı ve kültürünün kayde değer unsurlarıydı. Bu tarikatların en nufuslusu Buhara bölgesinden bir Tacik olan Hoca Bahâeddin Nakşibend tarafından kurulmuş Nakşibendiyye tarikatı idi. Nakşibend, her tarikat pîrinin postunu ve bir dereceye kadar nüfuzunu halifine miras bıraktığı uzun bir geçmişe sahip geleneği devam ettirdi. Sathi bazı benzerlikler taşıdığı Hristiyan keşişliğinin aksine sûfîler dünyadan uzaklaşmıyorlardı.

Sekizinci Bölüm: Barut Çağı Ve İmparatorlukların Tazyiki

Askerî güç dengesi göçebelerin aleyhine değişiyordu. 1600’lerin ortalarında göçebelerin kompozit yayı ile fitilli tüfek arasında hâlâ bir denge vardı. Bir asır sonra, çakmaklı tüfek, üstün silah hâline geldi. Bazı göçebeler ananevî savaş tarzlarına uymayan yeni teknolojiyi reddettiler. Diğerleri bu teknolojiyi kulşlanmaya istekli idiler, ancak büyük ölçüde yeni silahları imar edecek sınaî kabiliyetleri ya da onları satın alacak paraları yoktu. Neticede Orta Asyalılar, silah yarışında geride kaldılar. Göçebe-savaşçının altın çağı artık geçmişti.

Muhammed Şibânî (Ebu’hayr Han’ın torunu) ve Özbekeler, Kazak düşmanlarının baskısı yüzünden 1500’de Timur ve idaresinin bakiyelerini sürerek Mâverâünnehr’e girdiler. Özbekler Mâverâünnehr’i “Özbekistan”a dönüştürdü. Bunlar aynı zamanda nüfusun az bir kısmını teşkil eden askerî ve siyasî zadegân zümreyi vücuda getirdiler. Bazı Timurlular, Safavilerin yardımıyla kısa süreliğine Mâverâünnehr’e döndüler; 1512’de yeniden dirilen Özbekler karşısında bir kez daha mağlup oldular.

Bâbür, 1512 yılında önce Afganistan’da Kabil’e ve daha sonra Hindistan’a kaçan Timürlular arasındaydı. Delhili Ludi sultanını mağlup etti ve Hindistan Bâbür Hanedanı’nı (1525-1858) kurdu. Batı’da Mokova knezliği ve on altıncı yüzyıldan itibaren Orta Asya sınırlrının teşekülünde giderek belirleyici bir unsur oldu. Osmanlı Türkleri’nin 1453’de İstanbul’u fethetmelerinden sonra Moskova knezliği kendini Ortadoks Hristiyanlığını son kolu olarak görüyordu. Moskof hizmetine girmeye teşvik edilen Tatar soyluları, Ortadoks Hristiyanlığı kabullenerek ve enperyal Rus aristokrasisinin önemli bir unsuru teşkil ederek hızla asimile oldular. Kabul etmeyenler, genellikle tüccar ve ya ulemâ oldular.

1644’de Mançular Moğolistan’a, Sibirya içlerine ve Müslüman Orta Asya sınırlarına ilerlediler. Cengizli prensler hızla din değiştirdiler sonradan ziyeret gelen Tibetli keşişler, Dalay Laman’nın Altan Han’nın torunu olduğunu ifade etmişlerdir. Buda’nın vücut bulmasını ifade eden ilk Cebtsundamba Hutugtu (“kutlu aziz” en yüksek din adamlarına verilen bir unvan) da Moğolistan’da, Zanabazar adlı Halha prensi şeklinde ortaya çıktı. Moğol Budistler, “Kara İnanç” Şamanizm’in ve insan kurban etme gibi uç adetlerin kökünü kazımaya çalıştılar. Altan Han’nın genç oğullarıondan biri öldüğünde annesi yüz çocuk ve deve yavrusunun, öteki dünyada prense eşlik etmesi için kurban edilmesini istedi. Bozkır dünyasında hükümdar ailesi için bu tür fedakarlıklar kadim bir gelenek olmasına karşılık Moğol toplumu derhal buna tepki gösterdi ve kıyımı engelledi. Altan Han’nın karısı kötülüğün sembolu haline geldi. İddaya göre, 1585 yılında öldüğünde Dalay Lama, onun bir kertenkeleye dönüşen cesedinden kötü ruhları kovdu, sonra da cesedi alevler içinde kül oldu. Bunun Moğol Budist kültürünün altın çağı izledi. Budizm’in kabulu, Moğol toplumunun bütün kademelerinde etkili oldu. Lamaların eski hanların ruhlarının tecessüt etmiş sureti diye ilan ettiği hanla, yeni bir meşruiyet kaynağı elde ettiler. Halk, çadırlarında Buda heykellerini bulunduruyor ve bunlara yeme içme esnasında adaklar sunuyordu. Orta Asya, dünya ticaret sisteminin bir parçası olarak varlığını sürdür, ancak ticari mallar ve yollar değişti. Seyir, doğu-batıdan ziyade kuzey-güneye idi. Hintli tüccarlar Hindistan, Çin, İran, Afganistan ve Orta Asya’yı birbirine bağlayan bir ağ kurdular. Buharalı tacirler hem ham ipekten hayvancılğa uzanan mahalli ürünleri hem de Sibirya (kürk), Çin ve Hindistan’dan gelen ürünleri taşıdılar. Bununla birlikte bazı bölgelerde çöküş ve nüfus kaybına yol açan yeni iktisadi rekabetlere rastlanıyordu. Göçebeler genellikle barut çağının gerisinde kaldılar ve bundan zarar gördüler.

Dokuzuncu Bölüm: Modernite Meseleleri

Siyasi açıdan bölünen ve dış dünya tarafından yeterince bilinmeyen Orta Asya, on dokzuncu yüzyılın başlarında Rus İmparatorluklarıyla karşı karşıya geldi. Yirminci yüzyılın başlarında Rus hakimiyetinde ki Orta Aya 11-12 milyon nüfusa sahip olmalıdır. Kötü hayat şartları, ölüm oranında artışa sebep oluyordu. Özbek Han’larının güneyinde Herat bölgesinden bir Peştun reisi olan Ahmet Dürrânî Han, bugünki Afganistanı vücuda getiren Peştunlar, Tacikler, Özbekler, Türkmenler ve Moğollardan memzuç gayrimütecanis birliği hakimiyeti altında toplamak için fetih ve diplomasiden faydalandı. İngilizler Ruslar’ın Hindistan emelleri karşısında onun bir tampon bölge olarak görüyorlardı. II.Yekaterina, evvelki İslam alehtarıo politikaları değiştirdi. Yekatarina İslam’ı, Kazaklar önce iyi Müslümanlar sonra iyi vatandaşlar ve nihayet iyi Hristiyanlar olacak bir “medenileştirme” aracı olarak görüyordu. 1822-1848 yılları arasında Rusya tüm Kazak cüzlerini ilhak etti ve hanların iktidarına son verdi. Rusların Orta Asya sahasını idaresine dair hiçbir tasavufu yoktu. Rus Hükümeti, İslam’ın mahalli hassasiyetleriyle tezat teşkil ettiği için hükümetin masraflarını ve risklerini azaltmak maksadıyla mümkün mertebe uzaktan idare etti. Orta Asyalıları bölünmüş ve demokrasi gibi modernleştirici fikirlerden tecrit edilmiş surette elinde tutmaya çalıştı. Dünya genelinde pamuğa talep arttıkça, pamuk yetiştiriciliğinde uzun geçmişe sahip Türkistan Rusya için büyük bir pamuk tarlası haline geldi.

Tatarlar, eğitime son derece önem veriyorlardı. Kırım Tatarı gazeteci, inkilapçı ve sosyal aktivist İsmal Bey Gaspıralı, geleneksel ezberci tedrisata bir tepki olan Usûl-i Cedîd’i (yeni metot) geliştirdi. Gaspıralı okulları daha köklü bir şekilde cami-medrese külliyesinden ayırdı ve ilköğretim için özel eğitim almış muallimlerden istifade etti.Gaspıralı’nın 1883 yılında neşretmeye başladığı Tercüman gazetesi, kültür reformunu ve Türk haklarının birliği savunuyordu. I. Dünya Savaşı’nın arisinde, Rus İmparatorluğu’nda 5000 Cedîd okulu vardı. Cedîdci eğitim ve kültür inkilapları mukadder olan milli hareketlerin habercisiydi. Rus-Japon savaşındaki (1904-1905) mağlubiyet Rusya’da 1905 Devrim’ine yol açtı.

1930’ların sonlarında Sovyet Hükümeti Latin alfabesinin Kiril ile değiştirilmesi gerektiğine karar verdi, bu süreç 1942’de tamamlndı. Rusça, Rus olmayan okullarda mecburi bir ders haline geldi. Sovyet idaresi altındaki Kırgız tecrübelerini veciz biçimde anlatan Gün Olur Asra Bedel (1980) adlı eserin Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov gibi büyük romancılar hem Kırgızca hem de Rusça neşirler yaparak yerli ve milletler arası takdir topladılar. Orta Asya devleti dillerini Rusça kelimelerden temizleyerek saflaştırmaya çalışmaktadır.

Yorumunuzu Paylaşın