Makaleler

Vatandaşlığa Temel Olan Olgular

Yazar: Alperen Zeyli

Bu yazımızda vatandaşlık olguları, vatandaşlığın tarihsel gelişimi, Avrupa birliği vatandaşlığı gibi konuları inceleyeceğiz.

Vatandaşlığa Temel Olan Olgular

Vatandaşlığa temel olan olgulardan birincisi doğum olgusudur. Çünkü doğum her zaman her yerde en kolay tespit edilebilen bir olgudur. Bu Türk Medeni Kanunu’nda da belirtilmiştir. Dolayısıyla çocuğun ana veya babasından birinin Türk olması halinde çocuk Türk vatandaşlığını doğum ile aslen kazanır. Doğum olgusuna esas iki sistem vardır. Bunlar kan esası ve toprak esasıdır. Toprak esasında çocuğun vatandaşlığı için doğduğu ülke esas alınır. Kimi devletler toprak kimi devletler kan esasını baz alırlar. Bizim hukukumuz kan esasını kabul etmiştir. Ancak istisnai olarak kişilerin vatansız kalmaması ve vatansızlığın önlenmesi adına ülkemizde doğmuş olan vatansız kalma ihtimali olan çocuklara da toprak esası üzerinden Türk vatandaşlığı tanınır. Bazı devletlerde örnek olarak ABD’de olduğu gibi toprak esası benimsenmiştir. Buna benzer toprak esasını benimsemiş devletlerde istisnai olarak kan esasını benimserler. Yani kan esası baz alınmış bir devlette ABD’li anne ve babadan doğan çocuklar da ABD vatandaşı sayılırlar.

Bu durum dışından vatandaşlığın kazanılmasında diğer bir oldu da evliliktir. Klasik sistemde evlenmenin vatandaşlığın kazanılmasında mutlak olarak etkili olduğu kabul edilir. Özellikle milletlerarası hukuk açısından çıkacak uyuşmazlıklarda evlilik birliğinde her iki tarafta aynı vatandaşlığı kazanırsa uygulanacak hukuk bakımından problemler çıkmaz denilir. Ancak bunu karşılık milletlerarası özel hukuk uzmanları bu duruma karşı çıkarlar, zaten kanunla evlilik birliği içerisindeki kişiler farklı vatandaşlığa sahip de olsalar hangi hukukun uygulanacağı belirtilmiştir. Bu sebeplerden dolayı modern hukukta evlenenlerin birbirlerinin vatandaşlığına geçmeleri hususunda rızalarının olup olmadığına bakılır. Bizim hukukumuzda eskiden evlenmeyle doğrudan Türk vatandaşlığı kazanılırdı. Daha sonraları bu durumun suistimal edilmesi neticesinde belli koşullar getirilmiştir.

Bir ülkenin toprağının savaş, fetih vs. sebeplerle başka bir ülke toprağına geçmesi halinde bu ülkede yaşayan kişilerin vatandaşlıklarının ne olacağı durumunda ya toprağı alan ülkenin vatandaşlığına geçmeleri ya da seçme hakkını kullanarak istedikleri devletin hukukuna bağlı olarak vatandaşlık kazanmaları söz konusudur.

Bu anlatımlar neticesinde vatandaşlığa geçmek isteyen kişilerin temel olarak iradeleri esas alınır. Zaten hukuk, kişilerin iradesine dayalı işlemler yapmasından kaynaklı usullere dayanır. Ehliyet bu yönden önemlidir. Fiil ehliyeti olmazsa özel hukukta yapılan işlemler geçerli olmaz. Vatandaşlığa geçmekte de temel unsur kişilerin iradesidir. Bunun tek istisnası doğumla kazanılan vatandaşlıktır, bir tek burada kişilerin iradesi dışı vatandaşlığın kazanımı olur. Tabi bu kişiler 18 yaşlarını doldurup fiil ehliyetlerini kazandıkları zaman iradi olarak vatandaşlık seçebilirler. Geçmiş zamanlarda çift vatandaşlığa izin verilmezdi ve devletten izin almadan başka ülkenin vatandaşlığını kazanalar, Türk vatandaşlığından çıkarılırdı.

Kişilerin vatandaşlık statüsü ile bir devlete bağlanmaları gerekir. Hatta bazı kişilerin birden fazla vatandaşlığı bile olabilir. İç hukuk yönünden vatandaşlığın kişilere yüklediği ödevler ve bu ödevler karşısında da tanıdığı haklar vardır. Devletlerarası hukuk yönünden ise devletin vatandaşı ile ilgili uluslararası himaye veya uluslararası koruma denilen bir yetkisi vardır. Yani kişinin başka bir devlet toprakları içerisinde bulunduğu süreçte temel hak ve hürriyetlerine karşı bir ihlal olduğu zaman bu haklarını korumak adına kişinin bireysel olarak bu yola başvurma hakkına sahip olmasının yanında devletinin de uluslararası platformda o kişiyi koruma hakkı vardır. Bu durumda bir kişinin birden fazla vatandaşlığı varsa ve uluslararası hukuk bakımından temel hak ve hürriyetlerine karşı ihlal olduğunda hangi devletin himaye hakkı olduğu sorunu oluşur. Bu durumda da kişinin sosyal olarak hangi devletle daha fazla ilişkili olduğu, faaliyetlerini hangi devlette daha sık yürüttüğü durumu göz önüne alınır. Tarihte ilk olarak en sıkı ilişkili devlet vatandaşlığının incelenmesi noktası Nottebohm davası ile ortaya çıkmıştır. Bu bahsi geçen dava vatandaşlığın tespiti davası değildir. Uluslararası himaye bakımından hangi devletin yetkili olacağı ile alakalıdır.

Ulusal Kimlik Vatandaşlığı

Temel olarak kişilerin vatandaşlığı doğum ile kazandıklarını belirmiştik. Doğum ile vatandaşlığın kazanımı, kan veya toprak esası ile kazanılmış olsun bu ayrım hiç fark etmeden vatandaşlığın doğrudan ve kişinin iradesi aranmaksızın kazanım şeklidir. Bu kazanım ile birlikte zamanla kişinin toplum içerisinde birtakım ödevleri, görevleri, rolleri oluşur. Kişi kimi zaman yasal mevzuat ile kimi zamanda farkından olmadan toplumun ona enjekte ettiği birtakım duygularla örf, adet gibi gelişimlerle bir ulusal kimlik edinir. Kişiler doğdukları andan itibaren ait oldukları devlete karşı ulusal karakter geliştirmeye başlarlar. Bu nedenle kişi daha sonradan başka bir devletin vatandaşlığını kazansa ve orada yaşasa dahi bu oluşan ulusal kimlik ortadan kalkmaz. Ulusal kimlik vatandaşlığı sosyal, psikolojik bir durumdur ve bir alışkanlık eseridir. Oluşumu bu şekilde gerçekleşen bir kimliğin de ortandan kalkması çok zordur.

Devletler kişileri kendi vatandaşlıklarına alacakları zaman belli kriterler belirlerler. Bu kriterler vasıtasıyla vatandaşlığa alınacak kişilerde belirli bir oranda vatandaşlığına girilmek istenen devletin hakimliği oluşturulmak istenir. Örnek olarak bizim ülkemizde, bir yabancının Türk vatandaşı olabilmesi için Türkiye’de asgari 5 yıl yaşamış olması gerekir ve bu kişinin kendini anlatabilecek asgari derecede Türkçe bilmesi şartları aranır. Her devlette bu durumun benzeri uygulamalar vardır. Bunun sebebi vatandaşlığa girecek olan kişinin ulusal kimlik vatandaşlığının oluşturulmak istenmesidir. Eğer bir yabancı belirli bir orandan vatandaşlığına girmek istediği devletin ulusal kimliğini kendisinde oluşturmaz ise bu doğal olarak o toplum ile kaynaşamaması, o toplumdan dışlanması anlamına gelir. Haliyle devletler kendi toplumu tarafından dışlanabilecek kişileri kendi vatandaşlığına almak istemezler. Bu durumun haricinde istisnai vatandaşlığa alınma durumları söz konusudur. Bu genel olarak fakir devletlerin öngördüğü vatandaşlık verme çeşididir. Devlet bu şekilde vatandaşlığa alınan kişilerde ulusal kimlik oluşturma amacı aramaz. Normal şekilde vatandaşlığa alımlarda kişide ulusal kimlik oluşturulmak istense de önceki toplumuyla ilişiğinin tamamen kesmesi beklenmez ki bu çok farazi bir durum olur. Devletler bu şartları koyarak kişinin yeni vatandaşı olacağı toplum içerisinde de vatandaşlık karakterini geliştirmek ister, devletler bunu yapmaya mecburdurlar.

Türk Hukuku Açısından Vatandaşlığın Tarihsel Gelişimi

Türk hukuku açısından vatandaşlığın gelişimim inceleneceği zaman Cumhuriyet dönemi ve Osmanlı dönemi şeklinde ayrım yapmakta fayda vardır. Osmanlı dönemine bakıldığı zaman vatandaşlık kavramı tabiiyet ve tebaa kavramları ile açıklanır. Başta bulunan padişah ve halkı arasında tabiiyet bağlantısı vardır. Yani kişilerin devlete ve millete ait olması değil, halifeye ve padişaha ait olmaları (tabii olmaları) söz konusuydu. Vatandaşlık bakımından da vatandaşlar tebaa olarak nitelendirilirdi, vatandaşlar padişaha bağlı onun nezdinde olan kişilerdi. Bu tebaa-tabiiyet meselesi sadece Osmanlı’da değil Orta Çağ’dan itibaren Avrupa’da da aynı şekildedir. Derebeylerin ve kralların da aynı şekilde tebaası ve tabiiyetleri günümüzdeki vatandaşlığı karşılıyordu. 19. yüzyıl ile beraber hukuktaki modernleşme çabaları, ABD’nin kurulması ve Virginia Sözleşmesinin ortaya çıkması, Fransız ihtilali ve ülkeler çerçevesinde artık kişilerin özgür bireyler oldukları, birey ile devlet arasında vatandaşlık bağı olduğu gibi düşünceler yaygınlaştıkça modern anlamda vatandaşlık şekillenmeye başlanmıştır ve tebaa-tabiiyet kavramları hukuktan ve terminolojiden çıkarılmaya başlamıştır.

Anadolu’da vatandaşlıkla ilgili ilk kanun Tabiiyet-i Osmaniye Kanunu’dur. Bu kanun dünyada vatandaşlıkla ilgili çıkan ilk kanunlardan biri olmasıyla birlikte çıkış esası vatandaşlıktan farklı olarak kapitülasyonlara dayanır. Osmanlı’yı kapitülasyonlar nedeniyle yabancılar sarmış, kendi hukuklarını, kendi mahkemelerini, kendi bankalarını getirmiş, kendi gümrüklerini oluşturmuş durumdaydılar. Osmanlı bu gidişatın sonunun hiç hoş olmadığının farkındaydı ve bu duruma önlem olmak amacıyla vatandaşlık kanununu getirmiştir. İlerleyen zamanlarda Cumhuriyetin de kurulmasıyla birlikte 1929 tarihli Cumhuriyet dönemi vatandaşlık kanunu çıkmıştır. Yeni kanun Türk Vatandaşlık Kanunu adını almıştır. İlerleyen zamanlarda 1960 ihtilalinden sonra yeni bir Türk Vatandaşlık Kanunu yürürlüğe girmiştir ve daha da sonra 2009 tarihli 5091 sayılı günümüzde hala yürürlükte olan Türk Vatandaşlık Kanunu gelmiştir.

Belirmek gerekir ki günümüzde tabiiyet, tebaa, uyrukluk, vatandaşlık kelimeleri nerede görülürse görülsün aynı anlama gelmektedir.

Vatandaşlık Kavramının Devletler Hukuku ve İç Hukuk İle İlişkileri

Vatandaşlık hukukunun net bir şekilde iç hukuk düzenlemesi olduğu belirtilebilir. Çünkü vatandaşlık devletin egemenlik hakkından kaynaklanır ve bu hakka dayalı olarak uluslararası hukukun prensiplerine, temel kurallarına uygun olarak düzenlenmiş kanunlarla olur. Uluslararası hukukta hukukun kaynakları bakımından iki farklı görüş vardır. Birincisi monist (tekçi) görüş; tüm dünyada tek bir hukukun olduğunu kabul eder ve iç hukukunda bunun içinde olduğunu kabul eder, modern haliyle iç hukuku uluslararası hukukun içinde kabul eder. İkinci görüş ise düalist (ikili) görüştür; burada da uluslararası hukuk ile iç hukukun ayrı olduğu görüşü savunulmaktadır. Görüşler böyle olmakla birlikte modern hukukta uluslararası hukukun başka ve iç hukukun da ona tabi olduğu kabul görmektedir. Bu noktadan bakıldığında bazı hukukçular vatandaşlık hukukunun temellendirmesini uluslararası hukukuna dayandırır. Yani vatandaşlık hukukunu bir iç hukuk olgusu olarak değil, karakteri ve yapısı itibariyle uluslararası hukukun statüsünde değerlendiriyorlar. Çünkü bu kavram her ne kadar iç hukukta belirlense dahi, temelinde uluslararası hukukun kuralları yatar ve çifte opsiyon ifade eder. vatandaşlığın kazanımı, kaybı veya getirilecek sair hükümler uluslararası hukuka aykırı olamaz, bu yüzden aralarında ilişki vardır şeklinde açıklanır. Bu kısma kadar bahsetmek istediğimiz vatandaşlık hukukunun ir iç hukuk düzenlemesi olduğu ama uluslararası hukukla ilişkili olduğudur. Devletin diplomatik koruması gibi hususlar vatandaşlığın uluslararası hukukla arasındaki ilişkiyi daha net belirtir.

Vatandaşlığın iç hukuk yönünden ele alındığı durumda devletle vatandaş arasındaki aidiyet ilişkisinin dayanağı

Doğum olgusu ile vatandaşlığın aslen kazanıldığı hususunda bir şüphe yoktur ama bu kazanımdaki asıl dayanak nedir sorunu ortaya çıkar. Bu bağlamda kişi ile devlet arasında vatandaşlığın oluşması yönünde bir hukuki ilişki olduğuna dair tereddüt yoktur. Bu hukuki ilişkide süjelerin devlet ve vatandaş olacak kişi olduğu bellidir. Hukuki ilişki nedir sorusuna bakarsak; devlet gücüne dayalı, devlet tarafından kişiye yüklenen idari tasarruf mudur yoksa kişinin vasfına ait olan bu durumun açıklanması şeklinde beyana dayalı ilişki midir ayrımı ile karşı karşıya kalınır. Her iki görüşünde kendi içerisinde tutarlı yönleri vardır ancak vatandaşlığı sadece bir hukuki ilişki içerisinde görüp kişiye dağılmış olan ve kişiye vasfını veren bu statüyü görmezden gelmek mümkün değildir. Çünkü bu nitelikler olmasa vatandaşlığın kazanılması zaten mümkün olmayacaktır. Vatandaşlığı, vatandaşlıkla ilgili koşulları yerine getiren ve o sıfatı taşıyan ile devlet arasındaki belirli konuda hak ve yükümlülükler doğuran bir hukuki ilişki şeklinde tanımlamak mümkündür. Çünkü bu hukuki ilişki değişik nedenlerle ortaya çıkar; kan esasına göre kazanma, toprak esasına göre kazanma, evlenme ile vatandaşlığı kazanma şeklinde örnekler verilebilir. Dolayısıyla her durumda farklı unsurlar ve nedenler göz önüne alınır. Bu bağlamda modern vatandaşlık hukukuna bakıldığında her iki görüşü de karıştıran bir hukuki ilişki olarak kabul eden ancak bu hukuki ilişkinin maddi ve manevi açıdan unsurları olduğunu görüş hakimdir. Bu sistemde bakıldığında vatandaşlık genel olarak her devlet açısından kendine özgü bir biçimde tanımlansa dahi bu tanımların içerisinde esas tanımları meydana getiren maddi ve manevi unsur denilen unsurlardır.

Manevi içerik; vatandaşlık kavramı şeklen bir devlete aidiyeti gösterir, yani devletle ile arasındaki hukuki bağı gösterir.

Maddi içerik; kişinin vasfı, ona verilen hukuki nitelik ortaya çıkarır.

Dolayısıyla bu iki vasfın birleşmesiyle birlikte vatandaşlık olgusu meydana gelir.

Geçmiş yıllarda modern vatandaşlık hukuku gelişmeden önce, vatandaş ile yabancı arasındaki fark doğrudan doğruya onların hakları yönünden esas alınıyordu. Dolayısıyla birtakım hakları elde edenler o devlete ait olanlar, bu hakları elde edemeyenler yabancı olarak kabul ediliyordu. Ancak gelişen hukuk çerçevesine bakıldığında vatandaş ile yabancıyı ayıran hakların belirlenmesi değildir. Çünkü geçmişte özellikle kamu haklarının kullanılması sadece vatandaşlara tanınıyordu, yabancılar kamu haklarından yararlanamıyorlardı. Dolayısıyla yabancı ve vatandaş arasındaki bu ölçüt esastı. Oysa modern hukukta yabancılara da kimi kamu haklarının kullanımı konusundan imkan tanınmıştır. Dolayısıyla bu durumun tek başına bir ölçüt olamayacağı kabul edilmiştir.

Vatandaş ile yabancılar arasında doğal olarak hukuki ilişkiler ve birtakım farklılıklar olacaktır ama esas ölçüt şudur ki; vatandaş ait olduğu devlete iç hukuk mevzuatıyla verilen hakları kullanma yetisine sahiptir ve aynı zamanda o devlete sadakat bağı ile bağlanma borcu vardır. Yabancılar ise o devlette kendilerine tanınan hakları kullanırlar, sadakat borçları yoktur fakat kanunlara itaat borçları vardır. Ne suretle olursa olsun vatandaşlığın ölçütü haklar ve yükümlülükler olmayıp, doğrudan doğruya Türk vatandaşları için tüm haklara ve yükümlülüklere sahip olmak aynı zamanda sadakatle devlete bağlı olmaktır. Bu nedenledir ki Türk vatandaşlarının devlete karşı sadakatsizliği halinde iradelerine bakılmaksızın vatandaşlıktan çıkarılmaları öngörülmüştür.

Belirttiğimiz durumun birde devletler hukuku açısından ele alınması gerekir. Vatandaşı devletin sınırları dışında başka devletler tarafından temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesi halinde kişinin bireysel başvuru ve hakkını takip etme hakkı olduğu halde devletin de diplomatik himayesi kapsamında vatandaşını koruma, tanımlama ve takip etme hakkı vardır.

Başka bir durum olarak şeklen vatandaş olan, farklı hak ve yükümlülükleri taşıyan kişiler de vardır. Bu durum özellikle sömürge döneminden kalmadır. Sömürge devlette yaşayan kişilere sömürgeci devletin de vatandaşlığı tanınırdı ancak bu kişilere sömürgeci devlet vatandaşlık tanımış gibi görünse de kendi has vatandaşlarından ayrı tutar ve adeta ikinci sınıf vatandaş gibi davranırdı. Bu durum bizim hukukumuz yönünden herhangi bir geçerliliği olmayan bir tanımdır.

Vatandaşlık hukukumuzun temelini Anayasa’mızın 66. maddesi oluşturur. Türk ana ve babadan doğan herkes Türk vatandaşıdır. Ancak Anayasada yer alan bu bağlamda temel düzenlemeler karşısında uluslararası hukuku, teamül hukuku Türk hukuku prensiplerine uygun biçimde düzenlenir. Yoksa her zaman yargı yolu açıktır. Yargı yolu bakımından idari yargı mercileri sorumludur, özel yargı mercilerinde bu hususlar dava edilemez. Vatandaşlığa yönelik hangi vatandaşlığın uygulanacağı yönünde bir uyuşmazlık çıkması durumunda özel hukuk kapsamında değerlendirilir. Fakat kişi hangi devletin vatandaşı şeklinde bir ihtilaf çıkarsa bu durumun özel hukuk ile alakası yoktur, kamu hukuku bunula ilgilenir. Kamu hukuku yönünden de bu uyuşmazlığı çözecek merci, idari yargı mercileridir. Vatandaşlık özellikle diplomatik himaye yönünden önem arz eder.

Avrupa Birliği Vatandaşlığı

Avrupa Birliği vatandaşlığının şu ana kadar bahsettiğimiz vatandaşlık kavramından uzak bir kavram olduğunu belirtmek gerekir. Bu kavram Avrupa Birliği içerisinde yer alan devletlerin vatandaşlarına getirilmiş, onlara ayrıcalıklar sağlayan bir statüdür. Yani Avrupa Birliği vatandaşlığı olunduğu için kişinin vatandaşlığı ortadan kalkmaz veya çifte vatandaşlık durumu da söz konusu olmaz. Bu daha çok ayrıcalıklar tanıyan üst bir kavramdır. Avrupa Birliği vatandaşlığı olanların üye devletler içerisinde serbest dolaşma hakkı mevcuttur. Fakat bu vatandaşlığın esas iki temel gayesi vardır. Bunlardan birincisi seçme ve seçilme konusu ile alakalıdır. Tabi ki bu hak üye başka bir devletin içerisinde değil Avrupa Birliği Parlamentosu’na seçme ve seçilme şeklinde gelişir. Bizim konumuzu ilgilendiren ise ikinci esas gayedir. Bu durum üye devletlerin birbirlerinin vatandaşlarına karşı olan diplomatik himayesi ile alakalıdır. Basit bir örnek verilecek olursa A ve B devletleri Avrupa Birliğine üye devletler ise ve A devletinin vatandaşı C devletine gitti sırada temel hak ve hürriyetlerine karşı bir ihlal olduğu için kendi devletinin C devletindeki diplomatik temsilciliklerine başvurarak A devletinin diplomatik korumasından faydalanabilir. Ancak A devletinin C devleti topraklarında diplomatik temsilciliği olmaması durumunda, A devletinin vatandaşı Avrupa Birliğine üye olan B devletinin C devletinde bulunan diplomatik temsilciliklerinden Avrupa Birliği vatandaşlığı bulunması gerekçesiyle diplomatik himaye kapsamında faydalanabilir. Avrupa Birliği vatandaşlığının diplomatik himaye yönünden gösterdiği özellik bu şekilde ortaya çıkar.

Kaynaklar

Ergin Nomer, Türk Vatandaşlık Hukuku(İstanbul: Filiz Kitabevi,2018)

İlgili Makaleler

Yorumunuzu Paylaşın