Makaleler

Tuğra Nedir?

Yazar: Diba Bahadıroğlu
Tuğra Nedir?

Tuğra, en kısa ve net anlamıyla Türklerin devlet işlerinde kullandıklar imzadır. Bu imza ile devlet işleri döner bu imza ile emirler yerine getirilirdi. Bu bakımdan da cumhuriyet dönemine kadar, tuğra önemini korumuş ve hatta tuğra bir sanat haline getirilip padişaha uygun en güzel imza çıkartılmaya çalışılmıştır. Matematiğin, sanatın ve siyasetin buluştuğu tuğralar maalesef araştırmacıların üzerine durmadıkları bir konu olarak kalmıştır. İnanıyoruz ki tuğra ve tuğracılık konusu hakkettiği yere kavuşacaktır ama biz önce, tuğrayı en basit haliyle sizlere anlatmak istiyoruz.

Tuğra Türkçedir…

Tuğra Türkçe bir kelimedir; sözcüğün aynı anlama gelen Arapçası “alamet” ya da “tevki”; Farsçası ise  “nişan”’dır. Anadolu topraklarında kurulan Türk devletleri tuğraları için yukarıda bahsi geçen dillerdeki sözcükleri kullanmışlardır; özellikle Selçuklular, devlet dillerinin Farsça olması yüzünden bu terimlere daha çok aşinadır.

Neden Tuğraya İhtiyaç Duyuldu?

İletişimin şimdiki kadar sık ve kolay olmadığı zamanlardan bahsediyoruz. Bu bakımdan ülke düzeni ve sahtekarlığın önlenmesi için padişahlar çıkardıkları emirlere kendi imzalarını koyarlardı; bu, çıkarılan emirlerin onlara ait olduğunu gösterirdi. Böylelikle ülkede “padişah emri” adı altında kişilerin kendi yararlarına kullanacakları sahte emirler gezmezdi.

Tuğraları devletten sadece padişah yazardı ama daha sonra devlet sınırları genişledikçe bu görevi vezirler de şehzadeler de  üstlenmeye başladı. Padişah tuğraları da onlarda bulunuyordu. Yalnız denetim kağıdın denetimi ile sağlanıyordu. Padişahlar beyaz tuğralı ahkam kağıtlara emirler yazıyordu, bu kağıtlar padişah savaşa gitmeden önce sınırlı sayıda devlet yetkililerine verilir, buraya gereken emirler yazılır, gereken kişilere yollanırdı; daha sonra padişah İstanbul’a döndükten sonra ahkam kağıtlarının ve emirlerin hesabı verilirdi. Bu şekilde emirlerin kontrolü sağlanırdı. Osmanlı, imparatorluk olunca emir yazma işi, vezirler, şehzadeler ve valiler tarafında da yapılmaya başlanınca bu uygulama ile emirlerin kontrolü sağlanmaya başlamıştır.

Tuğranın İçeriği Nedir?

Tuğra, kişisel imzaydı; doğal olarak imzanın sahibinin olması gerekirdi. O dönemde soy isim değil, baba adından kişileri tanıma durumu vardı. Bu bakımdan tuğrada padişahın ismi ve Arapça baba ismi söylemi yer alırdı. Örneğin Orhan Gazi’nin tuğrasında : Osman bin Orhan yazar; yani Osman’ın oğlu Orhan.

Orhan Gazi’nin tuğrasında en basit şekilde imza atılmıştır ama ilerleyen zamanlarda bu imzaya “han”, “şan”  lakapları ve  “el muzaffer daima” duası eklenip zenginleştirilmiştir. Böylelikle kalabalıklaşan tuğra, bölümlere ayrılmak zorunda kalmıştır. Tuğranın bölümleri de şu şekildedir:

  1. Kürsü: Burada padişah ismi, padişahın babasının ismi ve yukarıda bahsettiğimiz , “her zaman zafer kazansın” anlamında “el muzaffer daima” duası eklenir. Bu kısma “sere” de denir.

  2. Beyzalar: Kürsüden sola doğru kavislenerek giden iç içe iki “Beyza” denen şekiller bulunur.

  3. Üç tuğ: Kürsüden yukarıya doğru uzanan elif harfleri vardır. 

  4. Üç zülfe : Tepeden sol aşağıya doğru kıvrılan üç adet zülüf vardır.

İslam Ülkelerinden Selçuklulara Kadar Tuğra Geleneği…

İslam ülkelerinde Divan-ı İnşa adıyla anılan ve bizim tuğra geleneğimize benzeyen durum söz konusuydu.  Divan-i İnşa’da da padişahın lakabı, padişahın adı ve dua kısmı vardı. Selçuklu Devleti’nde ise bu  makam Divan-ı Tuğra adıyla Tuğrul Bey zamanında kurulmuş gibi görünüyor; ayrıca ilk tuğranın da Selçuklu paralarında da rastlanan ok ve yaydan oluşan, kendi soylarının yani Kınıkların bayraklarındaki damgalardan oluştuğu ön görülmektedir. Yalnız bunun somut kanıtları elimize ulaşmamıştır.

Yalnızca “sultan” yazan birkaç adet Selçuklu tuğrasına rastlanmaktadır. Bu tuğranın İslam dünyasında kullanıla nişanların sadeleştirilmesine elde edildiğini düşünen tarihçi ve araştırmacılar da vardır.

İşin ilginç yani Selçuklularda kullanılan tuğra ile Osmanlılar da kullanılan tuğra arasında pek bir ilişki yoktur. Selçukluların kullandıkları tuğra modelinin Eyyübilerden alındığı tahmin edilmektedir. 

Osmanlılarda İlk Tuğra ve Tuğra Geleneği

Osmanlılar’da tuğra geleneği 1324 yılında Orhan Gazi ile başlar. Osman Gazi’nin tuğrasının varlığı bilinmemektedir.

Orhan Gazi’nin tuğrası en sade en gösterişsiz tuğradır. Sadece “Orhan bin Osman” ifadesi yer almaktadır. Altta da gördüğünüz gibi küçük bir beylik olan Osmanlı Beyliği’nden beklenen sadeliktedir.

Tuğra Nedir?

Orhon Gazi’nin tuğrası 1348 yılında harflerle oynanarak biraz daha süslü hale getirilmiştir. I. Murad zamanında harflerin daha süslü yazılması geleneği devam etmiştir, tuğralara daha da özenilmeye başlanmıştır.

Yıldırım Beyazıd zamanında artık güçlü bir devlet olan Osmanlılar, tuğralarına “baba” yerine “han” ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. Bu uygulama I.Mahmud döneminde şekil değiştirmiş, han ifadesi baba adı yerine değil direk dönemin padişahı adına konmuştur.

II. Süleyman döneminde dua kısmı kesinlik kazanmıştır. II. Süleyman’a kadar I. Murad dua kısmını “muzaffer daima”, Fatih Sultan Mehmet “el muzaffer daima” yazmıştır. Fatih’ten sonra gelen padişahlar da Arapçadan gelen “el” ifadesi kullanılmış ama bu kullanım II. Süleyman zamanında netlik ve kesinlik kazanmıştır.

Yavuz Sultan Selim itibariyle “Şah” ünvanı kullanılmaya başlanmıştır; Yavuz Sultan Selim zamanındaki tuğra içeriği şu şekildedir: “Selîm Şah b. Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ”

Kanuni Sultan Süleyman zamanında ise aynı ünvanlar baba için de eklenmeye başlar : “Süleyman Şah b. Selîm Şah Han el-muzaffer dâimâ.”


Kanuni Sultan Süleyman’ın kesinleştirdiği bu kullanım III. Mehmed dışında tahta geçen her padişah tarafından II. Mahmud dönemine kadar kullanılmıştır.

Osmanlılarda Tuğra Sadece Padişah Tarafından mı Çekilirdi?

İlk zamanlarda, yani bir devlet teşkilatı yokken padişah ya da beyler kendi tuğralarını çekiyor olabilirdi ama Osmanlı bir devlet haline gelince tuğra çekme işini padişahın kendisinin yapması olanaksız hale geldi. Bu durumda, padişahın tuğrasını çekmekle ilgilenen üst düzey devlet görevlileri vardı. Bu kişilere “nişancı”, “tuğrai”, “tevkii”, “muvakki” adı verilirdi. Tuğranın öğrenilmesine ve öğenim süresine de “meşk-i tuğra” denirdi. Meşk-i tuğra eğitiminden geçtikten sonra tuğra çekmeyi öğrenenlere ve tuğra çekenlere “tuğrakeş” adı verilirdi. Bu meslek 1922 yılına kadar süregelmiştir.

Tuğra padişahın her fermanında olmak zorunda değildi. İstanbul içinde Divan-ı Hümayun’dan çıkmak şartı ile tuğrasız fermanlar çıkabilirdi ama taşrada yani İstanbul dışında tuğrasız ferman olamazdı.

Padişahların yanı sıra şehzadelerin, sadrazamların, vezirlerin de tuğra çekme yetkisi vardı ama bu ahkam kağıdı denilen özel bir kağıt kullanmak zorundaydılar. Eğer padişah savaştaysa ahkam kağıdı sınırlı sayıda üretilir ve ahkam kağıdının miktarı emir yazan tarafından bir üst makama bildirilirdi. Ama sadrazamları ve vezirlerin çoğalmasıyla Kemankeş Mustafa Paşa bu uygulamayı kaldırmıştır.

Tuğra dışında “pençe” adı verilen mühürler de kullanılmaktaydı. Osmanlı eyaletlerindeki vezirler, uç beyleri, sancak beyleri, beylerbeyi emir çıkaracakları zaman imza yerine pençe denilen mührü kullanırlardı.

Mühürden Sanata Dönüşen Tuğralar…

Tuğra, Osmanlılar için artık bir sanat olmaya başlamıştı. Tuğranın nasıl çekileceği, tuğrada kullanılacak renkler, varaklar ve hatta renk bile bu sanatın konusu olmaya başlamıştı. Orhan Gazi’de kullanılan sade tuğra gitmiş yerine kuralları olan, gösterişli ve bir matematiği olan tuğralar işlenmeye başlamıştı.

Tuğralarda 16.yy’da çok fazla gösteriş vardı ve bu gösteriş tuğraların matematiksel kusurlarını örtüyordu. Bir ara, tuğralar kadar cafcaflı o kadar gösterişli yapılmaya başlandı ki tuğra okunmaz hale geldi. Hele ki bir resmi andıran Arap harflerinin aşırı birleştirilmesi, çok fazla varak kullanılması gerçekten de normal bir insanın okuyamayacağı tuğralar ortaya çıkardı ama bu varaklar, boyalar sayesinde de tuğranın yukarıda bahsedilen eksiklikleri kapatıldı. Nitekim 18.yy’da tezhip sanatı kullanmadan oluşturulan tuğralar, sadece mürekkeple yazılınca eksikliler anlaşılmıştır. Ve yine aynı yüzyılda fark edilen bu eksiklikleri gidermek için çalışmalar yapılmış tuğralara bir ölçü getirilmiştir.

Tuğra sanatı ve düzenlenmesi konusunda adını en sık duyduğumuz sanatçı Mustafa Rakım Efendi’dir. 19.yy’da tuğradaki bu eksiklikleri görmüş ve bunu gidermek için tuğraya bazı düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemeleri dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım:

1. Harflerin nasıl yazılacağını tek tek düzenlemiş, iyileştirmiştir. Bunu neden yaptığını şuan anlamak zor olabilir ama o dönemin şartlarını düşünmek gerekiyor. O dönemlerde mürekkep ve kamış kalemle yazılar yazılıyordu. Kamış kalemi tutan kişinin tutuş yönünden mürekkebi az ya da çok almasına kadar her şey harflerin kalınlık ve inceliklerini etkiliyordu. Mustafa Rakım Efendi yazı yazmada yani sülüs dediğimiz sanatta tam bir usta olduğu için tuğrandaki tüm harfleri düzenledi. Böylelikle Mustafa Rakım Efendi kalemle tuğraya güzellik kattı. Bu güzelliği, sadece Mustafa Rakım Efendi’nin kalem güzelliğidir. Bu yazı yazma yeteneği ile tuğra süssüz halde bile bir kalem güzelliğine sahipti.

2. Harfler arasındaki boşluğu belirlemiştir. Aynı zamanda bir ressam olan Mustafa Rakım Efendi kendi zamanına kadar süregelen harfleri rastgele istifleme geleneğine son vererek her harf arasına belli bir aralık koymuştur. Böylelikle tuğranın okunmasını kolaylaştırmıştır.

3. Tuğraları hafif sola eğik yazarak tuğraya hareket katmıştır.

4. Mustafa Rakım Efendi döneminde önce tuğralar üzerinde aşırı sanat yapıldığı belliydi. O, tuğranın ilgili yerde bahsettiğimiz bölümlerini belli bir orana göre şekillendirmiştir.

Mustafa Rakım Efendi’nin yukarıdaki değişikliklerinin tam ve mükemmel örneği II. Mahmud için çekilen tuğradır. Ondan önce de IV. Mustafa için 1808 yılında çektiği tuğrada kendi tarzını yansıtmıştır. 1815 yılındaki II. Mahmud tuğrası, Topkapı Sarayı’nın giriş kısmında yer almaktadır.

Osmanlılarda Tuğra Nerelerde Kullanılırdı?

Osmanlı Devletinde tuğralar kağıt ve madeni paralar üzerinde kullanılırdı. Bu uygulamanın yanı sıra 18.yy’da taş kitabelerde de kullanılmaya başlanmıştır. Yalnız kitabe kullanımının daha eski bir uygulama olduğunu  1431 yılında Selanik’te Yedikule Kalesi’nin kapısı üzerinde bulunan II.Murad tuğralı kitabesinde görüyoruz. İstanbul sınırlarındaki ilk tuğralı kitabe ise Tophane-i Amire üzerindeki I. Mahmud’a ait olan 1743 tarihli kitabedir.

Tuğralı kitabe uygulaması yeniden fethedilen bölgelere de konulmuştur. Mesela 1739 yılında yeniden Osmanlı idaresine giren Belgrad’a I. Mahmud tuğralı kitabe dikilmiştir.

II. Mahmud döneminde tuğralar kitabeye bağlı kalmadan taşa işlenen şekilleriyle de ortaya çıkar. Kitabelerde de taşlarda da tuğranın yazı kısmı altın varakla kaplanıp tuğra zemini ördekbaşı yeşili, koyu mavi, vişneçürüğü ya da direk siyah renge boyanırdı.

İstanbul sınırları içinde az da olsa mozaik ile yapılan tuğralara da rastlanır. Bu tuğralar iki tanedir. Birisi Sultan Abdülmecid’e ait olan Ayasofya Camii’ndeki celi tuğrası (1849), diğeri ise Sultanahmet’te bulunan Alman Çeşmesinin kubbesinde II. Abdulhamid’e ait olan tuğra.

Osmanlı madeni paralarında tuğra kullanılırdı. Paranın bir yüzüne paranın yapıldığı tarih ve zaman; bir yüzüne de padişah tuğrası basılırdı. Halk arasında madeni paranın yazı olan kısmına “yazı”, padişah tuğrası olan kısma “tura” denmiştir. Günümüzde de aynı adlandırma devam etmektedir.

Kaynaklar

İslam Ansiklopedisi, M. Uğur Derman, cilt: 41, sayfa: 336-339, yıl: 2012
Midhat Sertoğlu, Osmanlı Türklerinde Tuğra, İstanbul 1975
Suha Umur, Osmanlı Padişah Tuğraları, İstanbul 1980

İlgili Makaleler

Yorumlar
Mehmet Tolga Ünver 2016-10-20 19:50:55

Tebrik ederim

Yorumunuzu Paylaşın