Makaleler

Nida Sanatı Nedir?

Yazar: Diba Bahadıroğlu

Nida, Farsça “seslenme, çığlık atma” anlamlarına gelir. Çığlık anlamından ziyade, seslenme anlamını daha çok tercih edeceğiz Türkçe anlamlandırmada çünkü çığlık daha çok dehşet duygusunu ifade etmektedir. Biz ise dehşet değil aşk duygusu üzerinde duracağız.

Nida sanatı Cem Dilçin  tarafından şu şekilde tanımlanmıştır: Şairin, çok duygulanması ve heyecanlanması sonucunu doğuran olayları ve varlıkları göz önüne getirip “ey, hey” gibi ünlemlerle onlara seslenmesidir.

Yavuz Bayram ise önce sözlük anlamını vererek şu şekilde bir tanıma gitmektedir: Sözlük anlamı seslenmek, çağırmak, haykırmaktır. Terim olarak ise sözlük anlamıyla alakalı olarak şairin coşkulu bir anlatımla şiirine başlaması ve seslenme edasıyla, ünlemlerle şirindeki anlatımı sürdürmesi anlamında bir edebi sanattır.

Bu tanımlarda da görüldüğü gibi,  duyulan aşkın ya da heyecanın, okuyucuya yansımasını amaçlar nida sanatı. Nida sanatını kullanan kişi şiirinde birisine seslenmek durumundadır. Bu bir sevgili ya da aşık olabileceği gibi bir şehir, bir tarihi olay da olabilir. İkinci durumda  nida sanatıyla birlikte kullanılan sanat teşhis yani kişileştirme sanatıdır.

Nida sanatı aslında temel bir sanat olmaktan ziyade diğer sanatlarla desteklenebilecek bir sanattır. Bundan dolayı Cem Dilçin, Nida sanatının tekrir ve kişileştirme sanatı ile kullanıldığını söyler genelde. Tekrir sanatı ile nida sanatı karışımında belki de en çok hoşa giden tarz, ünlemin tekrar edilmesidir. Şöyle ki;

Merhabâ hoş geldin ey rûh-ı revânım merhabâ

Ey şeker leb yâr-ı şîrîn lâ-mekânım merhâba ( NESİMİ )

( Fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fe'ilâtün / fâ'ilün )  

Açıklama: ( Nida yani seslenilen kişi sevgili) Merhaba yürüyen ruhum merhaba, ey Şirin gibi ( tevriye ve telmih sanatı var; hem Şirin – Ferhat hikayesi var hem de şirinin gerçek anlamıyla kullanımı var )   şeker dudaklım, ey mekansızım merhaba !

Görüldüğü gibi şair, tevriye, nida, tekrir, teşbih hatta istiare sanatlarından faydalanarak edebi yönü kuvvetli bir beyit ortaya çıkarmış. Ünlemler yani nida sanatı tekrir sanatının tekrar eden kelimesi olarak kullanılmış ve anlatıma bir ahenk katmış.

Nida sanatı bazen sevgiliye selam vermek anlamında, “merhaba, selam, hoş geldin” gibi kalıplaşmış sözlerle başlayabilir.  Hatta Nesimi, bu sanatın en nadide örneklerini vererek “merhaba” redifli şu gazeli yazmıştır:

Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ

Ey şeker-leb yâr-ı şirîn lâ-mekânım merhabâ

*

Çün lebin câm-ı Cem oldu nefha-i Rühu'l-Kudüs

Ey cemilim ey cemâlim bahr u kânım merhabâ

*

Gönlüme hîç senden özge nesne lâyık görmedim

Sûretim, aklım ukûlüm cism ü cânım merhabâ

*

Ey melek sûretli dil-ber cân fedâdır yoluna

Çün dedin lahmike lahmi kana kanım merhabâ

*

Geldi yârım nâs ile sordu Nesîmî neçesin

Merhabâ, hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ ( NESİMİ )

Görüldüğü gibi Nesimi nida sanatını redifte kullanarak hem hoş bir göz kafiyesi hem de hoş bir ses kafiyesi yaratmış. Göz uyağı Osmanlı edebiyatında kuraldır ama kulak için uyak yani seslerin uyumu ilk kural değildir lakin Nesimi hem göze hem de kulağa uygun bir uyak yakalamıştır. 

Divan şiirinde “merhaba” nidası usta şairlerce çok denenmiş çok sevilmiş hatta çok nazireler yazılmıştır. “Merhaba”yı nida sanatı olarak kullanan ama Nesimi gibi redif yapmayan Nefi’nin Sakinaneme’den alınan şu beyitleri değerlidir:

(Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün)

Merhabâ ey câm-ı mînâ yı mey-i yâkût reng

Devri gelsin senden öğrensin sipihr-i bî-direng

*

Merhabâ ey yâdigâr-ı meclis-i devrân-ı Cem

Âb-ı rûy-ı devlet-i Cemşîd ü âyîn-i Peşeng

*

Merhabâ ey şâhid-i işret-serây-ı meygede

Duhter-i pîr-i mugân hemşîre-i sâkî-i şeng ( NEFİ  - SAKİNAMEDEN )

Nida sanatında kullanılan ünlemler sadece merhaba, selam,hoş geldin gibi ünlemler değildir elbette. Nida sanatında “ey, ya, hey” gibi ünlemler de kullanılır. Burada amaç genelde okuyucunun duygularını harekete geçirmek, şiirin tek düzeliğini bozmaktır. Mehmet Akif Ersoy’un Almanya’da bulunduğu sırada Çanakkale Zaferi için yazdığı şu dizelerde nida sanatını görüyoruz;

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...

Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

…..

Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,

Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber. ( MEHMET AKİF ERSOY )

Elbette bu tür nida sanatı eski edebiyatta da çok fazla kullanılmış; bazen sevgiliye seslenilmiş bazen şair bir aşık olarak şiirinden kendisini soyutlayarak kendisine seslenmiş. Lakin eski edebiyatta toplumsal olaylara bir atıf olmadığı için Tanzimat döneminde göreceğimiz tipte bir nida sanatı kullanılmamış bu dönemde. Daha çok aşık tarzında bir nida sanatı var.

Yeter hâr-ı gam ile ey Helâki seng-dil olduk

Gelip ol gonca leb gülse açılsa gam – güsâr olsa ( HELAKİ )

Açıklama :  ( Nida sanatında seslenilen kişi şairin kendisi ) Ey Helaki ! Yeter artık ! Üzüntü dikeni yüzünden gönlümüz taş gibi oldu.  O gonca dudaklı sevgili gelip gülse de açılsa, bizim dert ortağımız olsa.

Yukarıdaki beyitte şair kendini soyutlayarak kendisini aşık yerine koymuş . Üstelik “gönül” diyerek kendisinden bir parçayı kişileştirmiş ve böylece kişileştirme sanatını kullanarak “biz” olarak konuşmuştur şiirde.

Bir örnek daha verelim, sonra yeni edebiyattan bir örnek verelim :

Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz

Baş üzre yerin var

Gül goncesisin gûşe-i destâr senindir

Gel ey gül-i ra’na ( NEDİM )

Açıklama : ( Seslenilen kişi sevgili ) Ey güzel gül ! Meclise geldiğinde sana yer bulunmaz mı ? Baş üstünde yerin var. Sen ki gül goncasısın. Sarığın köşesi ( eskilerin sarık taktığını unutmadan yorumlayalım beyiti ) senin içindir, güzel gül.

Yukarıdaki örnekte de şair, sevgilisine seslenmiş. Ayrıca irsal-i mesel sanatını ve istifham sanatını da görmekteyiz. 

Şimdi son olarak yeni edebiyattan Tevfik Fikret’in ünlü sis şiirini örnekleyelim. Cem Dilçin’e göre bu şiirde “ünlemler heyecanın derece derece yükseldiği ve anlam etkisinin en güçlü olması gerektiği yerlerde kullanılmıştır.” Bu bakımdan Cem Dilçin hocamızı da anarak şiirin tamamını alıştırma örneği olarak verelim:

Not: Biz burada Tevfik Fikret’in yazdığı biraz ağdalı dilli örneğini vereceğiz ama dizenin hemen altına da günümüz Türkçesini yazacağız.

                       SİS

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,

( Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, )

Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.

( Beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan )

Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,

( Ağırlığının altında her şey silinmiş gibi, ) 

Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;

(Bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; )

Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar

( Tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar )

Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!

( Onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! )

Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,

(Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; )

Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!

( Lâyık bu örtünüş sana, ey zalimlerin sâhası! )

Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,

( Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan, )

Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!

( Ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! ) 

Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı

( Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, )

Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;

( Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi! )

Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret

( Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden )

Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;

(  Zevk ve sefaya düşkün  susamış göğsünde yaşatan. )

Ey Marmara'nın mâi der-âguşu içinde

(  Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde )

Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;

(  Sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. )

Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,

(  Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, )

Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;

(  Ey bin kocadan artakalan dul kız;   )

Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,

(  Güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli )

Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.

(  Sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.)

Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün

(  Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün )

Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!

(  İki lâcivert gözünle ne kadar cana yakın görünüyorsun! )

Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;

(  Cana yakın, hem de en kirli kadınlar gibi; )

Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.

( İçerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. )

Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet

(  Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, )

Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!

(  Lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! )

Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,

(  Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, )

Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.

(  İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.)

Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu';

(  Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; )

Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.

(  Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselecek.)

Milyonla barındırdığın ecsâd arasından

(  Milyonla barındırdığın insan kılıklarından)

Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?

(  Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? )

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;

(  Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;  )

Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

(  Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! )

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;

(  Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; )

Katil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;

(  Katil kuleler, kayalı - ? - ve zindanlı saraylar. ) 

Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;

(  Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; )

Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,

( Ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, )

Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;

( Geçmişleri geleceklere anlatmaya memur )

Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;

(  Ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.)

Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;

(  Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; )

Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;

( Ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.   )

Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;

(  Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;   )

Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer

(  Ey servilerin kara gölgelerinde birer yer )

Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;

( Edinen nice bin sabırlı dilenci kalabalığı; )

"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir;

(“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.)

Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd

(  Ey türbeler, ey her biri velvele koparan bir hâtıra )

İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;

(  Canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! )

Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar;

( Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; )

Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar

(  Ey her açılan gediği bir vak’a sayıklayan )

Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;

( Vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. )

Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ

(  Ey kapkara damlarıyla ayağa kalkmış birer mâtemi )

Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;

(  Temsil eden harap ve sessiz evler; )

Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın

(  Ey her biri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan )

Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,

(  Kederli ocaklar ki, bütün acılıklarıyla somutmuş,)

Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş;

( Ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!)

Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde

(  Ey mîdelerin zorlaması zehrinden ötürü )

Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde;

(  Her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! )

Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im

( Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu )

Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;

(  Bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp )

Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı

(  Her nimeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini )

Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!

(  Gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. Sahtedir! )

Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz

(  Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş )

İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz;

(  Olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! ) 

Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;

(  Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; )

Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn;

(  Ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! )

Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;

( Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; )

Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs;

(  Ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. )

Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci'

( Ey silahlı korku ki ; )

Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli';

(Öksüz ve dulların ağzındaki her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!   )

Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn

(  Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için )

Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn;

(  Yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı! )

Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,

(  Ey tutulmayan sözler, ey sonsuz muhakkak yalan, )

Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak;

(  Ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!   )

Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs

(  Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek   )

Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs;

( Vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; )

Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;

(  Ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar. )

Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar;

(  Ey nefret edilen, hor görülen millî gayret! )

Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;

(  Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; )

Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî;

(  Ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! )

Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf;

(  Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış )

Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf;

( Zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! )

Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;

(  Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; )

Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç;

(  Ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! )

Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;

(  Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; )

Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,

( Ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler, hele sizler...  )

Hele sizler…

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;

( Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; )

Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!

( Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! )

(18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)

Tevfik Fikret, burada İstanbul şehrine sesleniyor. Görüldüğü gibi pek de güzel duygularla seslenmiyor nida sanatını kullanması gerektiği yeri çok iyi biliyor. Bu bakımdan da Türk edebiyatında nisa sanatının en iyi kullanıldığı şiirlerden sayılıyor. Ayrıca benzetme sanatına ve kişileştirme sanatına da yer verildiğini şiiri anlamak için görmeye çabalayabiliriz. 

Kaynaklar

Dilçin, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK, 9.Baskı, Ankara
Bayram, Yavuz, Eski Türk Edebiyatına Giriş; Eski Türk Edebiyatında Anlam Figürleri ve Edebi Sanatlar, Akçağ, 6.baskı
Akyüz, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, İnkılap Yayınevi

İlgili Makaleler

Yorumunuzu Paylaşın