Makaleler

Küreselleşme

Yazar: Ahmet Polatlı

Küreselleşme, dünyanın tek bir mekan olarak algılanabilecek ölçüde sıkışıp küçülmesi anlamına gelen bir süreci ifade etmektedir.

Bir başka ifadeyle dünyanın 'tek bir yer' olarak algılanması yönündeki bilinç artışı olarak anlatılabilmektedir. Bununla birlikte küreselleşmenin, sonuçta tek bir dünya yaratmaya yol açmadığını, birleştirici olmanın yanında yıkıcı olduğunu, bütünleştirici olmakla beraber parçalayıcı nitelikler taşıdığını, böylelikle çelişkili bir süreç olduğunu belirtmekte yarar vardır.

Küreselleşme bir yandan devletleri dönüştürürken, bireyleri de dönüştürmektedir. Devletler birbirine benzer daha doğrusu evrensel kabul edilen değerleri benimsemeye teşvik edilirken, bireyler de yaşam biçimleri, tüketim alışkanlıkları ve beklentileri ile belli bir kültüre olan aidiyetlerinden kopartılarak, küreselleşmenin tek bir mekan haline getirdiği dünya köyünün bireyleri haline getirilmektedir.

Küreselleşme kavramı farklı şekillerde kullanılmaktadır. Kimilerine göre küreselleşme, sanayileşmenin başlangıcına kadar giden bir gelişmeyi ifade etmekte olup; bu bağlamda bir 'durumu' değil bir süreci ifade etmektedir. Nitekim, büyük sanayileşmiş devletlerin oluşturduğu OECD (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütü)'ye göre küreselleşme, değişik ülkelerdeki piyasaların ve üretimin, ürün ve hizmet sunumlarıyla ve sermaye ve teknolojinin hareketliliği yoluyla sürekli birbirine bağımlı hale geldiği bir süreci anlatmaktadır. Ayrıca küreselleşme, bugüne kadar geçerli olan mekan ve zaman sınırlarının ekonomik anlamda kalkmasıyla dünyamızın küçülmesini de anlatan bir kavram olmuştur ve bu sürecin kapsamlı ve oldukça önemli etkileri olduğu belirtilmektedir.

Küreselleşme özelikle 21. yüzyılın başından itibaren ülkeleri ve toplumları derinden etkileyen bir olay olarak karşımızda durmaktadır. Küreselleşme ile birlikte dünyamız klasik deyimle küçülmüş adeta bir köy haline gelmiştir. Teknoloji, bilişim ve iletişim alanında yaşanan hızlı gelişmelerin öncülüğünde küreselleşme, siyasetten ekonomiye, sosyal yaşamdan yönetime kadar insan ve toplum yaşamının her bölümünü etkisi altına almış görünmektedir. Küreselleşme ile birlikte uluslar arası örgütlenmelerin önemi daha da arttığı gibi, kamu yönetiminde de yönetişim kavramı ve yerelleşme ön plana çıkmıştır. Bu süreç sonunda ortaya çıkacak olan tabloda görünen; merkezi devletin yetkilerinin bir bölümünü uluslar arası örgütlere bırakırken, bir kısmını da yerel yönetimlere devretmesidir. Böylece 'küreselleşme' süreci paralelinde 'yerelleşme' sürecini de desteklemiş olmaktadır

Sunumumuzda öncelikle küreselleşmenin ne olduğu üzerinde durulacak, daha sonrada küreselleşmenin kamu yönetimi üzerindeki etkileri ve küreselleşme ile birlikte önem kazanan yönetişim ve yerelleşme olgusu açıklanmaya çalışılacaktır.


“Bilgi toplumu” veya “sanayi-ötesi dönüşüm” diye isimlendireceğimiz bu çağ da beraberinde karmaşık ekonomik ve sosyal yapıların dinamik oluşumlarını gündeme getirmektedir.Endüstri devriminden aşağı yukarı yüz sene sonra sanayi devriminin getirdiği nimetlere ve yarattığı sorunlara işaret edilirken şöyle deniyordu: “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; aydınlığın mevsimiydi, karanlığın mevsimiydi;umudun baharıydı,umutsuzluğun kışıydı”. 

Kavram olarak “küresel” (global) sözcüğünün kökeni, 400 yıl öncesine gitse bile, “küreselleşme” (globalization), oldukça yenidir. İlk olarak 1960’larda ortaya çıkan küreselleşme kavramı, 1980’lerde ise sıkça kullanılmaya başlanmıştır. 1990’lara gelindiğinde de, bilim adamlarının önemini kabul ettiği anahtar bir sözcük haline gelmiştir (Lubers).

Günümüzde küreselleşme konusunda  çok geniş bir literatür oluşmuştur; ancak sosyal bilimlerin bir çok alanında görüldüğü şekilde, küreselleşmeye ilişkin birbirinden tümüyle farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bir diğer ifade ile küreselleşme konusunda, gerek teorisyenler, gerekse uygulamacılar arasında uzlaşmadan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü küreselleşmeden kazananlar olduğu kadar, kaybedenler de mevcuttur

II - KÜRESELLEŞME

Toplum siyaset ve yönetim bilimlerinde son onyıl içinde ve en çok kullanılan sözcüklerin başında küreselleşme geliyor.Küreselleşme ile gerçekte, yeryüzündeki farklı yörelerin, haklkların , ideolojilerin ve ekonomik sistemlerin birbirlerine yakınlaşması , bir bütünleşme sürecine girmiş olmaları anlatılmak isteniyor.

Dünyanın tek olduğuna ilşkin değerlendirmelerin yeni olmadığını biliyoruz.1970’li yılların başında Réne Dubos gibi çevreciler “Tek bir dünyamız var”( only one earth )  gibi savsözlerle , dünyanın birliğine, çevre değerlerinin küreselleşmeyi özendirici etkisine dikkati çekiyorlardı.İnsanlığı barındıran yerküreyi, bir uzay aracına (spaceship earth) benzeten yaklaşımlara göre , kirlenmenin önlenmesi , biyolojik çeşitliliğin güvence altına alınması , doğal kaynakların korunması ve iklim değişmelerinin olumsuz sonuçlarının giderilmesi gibi kaygılar insanları birleşmeye, kardeş olmaya zorlayan başlıca nedenlerdi.Öte yandan iletişim alanındaki ilerlemeler , bir başka deyişle , bilimsel ve teknolojik devrim de dünya ekonomisinin küreselleşmesi doğrultusunda önemli katkılar yapmıştır.Küreselleşme sürecini sosyo-kültürel ve siyasal alanda  çoğulculuğun , renkliliğin ve çoksesliliğin bir anlatımı olarak tanımlayanlar da olmuştur. 

Küreselleşme, ya da yabancı terminoloji ile, "globalleşme" biri siyasal, biri ekonomik biri de kültürel olarak üç boyutu olan bir kavramdır.Bu durum, bir anlamda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, dünyanın tek kutuplu hale gelmesini de belirtmektedir.Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğine işaret etmektedir. Bu egemenlik, bütün ülkeleri, örneğin, Birleşik Amerika'yı da aşan bir biçimde gelişmiştir. Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi olan marka bazında dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları yönlendirmektedir. Ekonomik olarak uluslararası sermayenin egemenliği bir yandan, günlük yaşam açısından dünyayı "birörnekleştirirken" öte yandan, ekonomik verimliliğin, yani üretim verimliliğinin, dünya ekonomisindeki en belirleyici ölçüt olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. 

Küreselleşme bugünün Avrupa’sını derinden etkileyen çağdaş akımlardan biridir.Batı Avrupa , yüzyıllar boyunca dünyanın merkezi olma özelliğini korumuştur.Bununla birlikte  1950 – 1980 arasındaki dönemde bütün dünyada sömürgeciliğin son bulması ile birlikte,yeni yeni ekonomik,   sosyo  -   kültürel   ve    siyasal birimler    ortaya çıkmıştır. 

Küreselleşme , devletlerarası kuruluşlar oluşturarak siyasal yönden örgütlenmeyi de gündemine almıştır.Ulusal devletler , uluslararası kuruluşların çatısı altında , egemenliğin kendilerine sağladığı haklardan bir bölümünü üst düzeydeki örgütlere bırakmaktadırlar .Avrupa’nın bir bütün olarak yeniden yapılanması olgusuna , bu geniş açıdan bakmak daha doğru olur.Avrupa’yı bütünleştirme idealinin 2.Dünya Savaşı öncesine kadar uzayan , oldukça uzun bir geçmişi vardır.Genel olarak dünyanın, özel olarak da Avrupa ülkelerinin içinde bulundukları koşullar, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin de katılmasıyla daha geniş ve bütünleşmiş bir Avrupa idealinin gerçekleştirilmesine ivme kazandırmıştır.Berlin Duvarı’nın yıkılması, komünist rejimlerin çökmesi, 1980’li yıllarda bütün Avrupa ülkelerinin karşılaştıkları ekonomik bunalım, Maastrich Antlaşması’nın imzalanması ve Orta ve Doğu Avrupa’da ayrılıkçı ve ulusal akımların yeniden canlanması ; Avrupa’da hem ulusal , hem de uluslararası kurumsal yapıların yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmıştır.

Dünya sisteminin ayakta kalabilmesinin ve küreselleşme sürecine koşut olarak gelişebilmesinin ön koşulu, kendisini oluşturan birimlerin yani egemen ve bağımsız devletlerin özerklikleriyle kendi bütünlüğü arasındaki ahengin sağlanabilmesidir.

III - KÜRESELLEŞME VE AVRUPA VATANDAŞLIĞI

a) Genel olarak

7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve kasım 1993 de yürürlüğe giren ve üye ülkelerin ulusal ( toplumsal,kültürel ve tarihsel) özelliklerini yadsımayacak biçimde dayanışmayı öngören Maastricht Antlaşması’yla Avrupa Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Maastricht Antlaşması’nın belki de en belirgin özelliği, tüm toplumsal alanlarda, üye ülkelere, belirli bir modeli uygulama zorunluluğu getirmemesidir. Her üye ülke, kendi ulusal politikalarına ve sosyo-ekonomik yapısına uygun bir sistemi uygulamakta özgürdür. Ancak ulusal sistemler içinde yer alması ve izlenmesi gereken kimi ölçütler de (kriterler de) vardır. Toplumsal alanlarda AB’nin temel yaklaşımı, üye ülkelerin sosyo-ekonomik sistemlerinin belirlenen genel ilkeler ve ölçütlerle çelişmeyecek biçimde düzenlenmesidir. Bu bağlamda, yöntem, içerik ve yapı açısından "tek tip" bir model yerine, üye ülkelerin kendi ulusal özelliklerine göre biçimlenen politikalarının, AB politikası ile bağdaştırılması ve karşılıklı görüşlerin paylaşılması yolu ile birbirlerine uyumlu duruma getirilmesi amaçlanmaktadır. .Yapılan bu anlaşmayla birlik olma  ve küreselleşme yolunda resmi adımlar atılmaya başlanmıştır.   

Vatandaşlık konusuna geldiğimizde 1992 Maastricht ile Topluluk Avrupa Birliği'ne dönüşürken, ilk olarak "Avrupa Vatandaşlığı" kavramı tanımlanmış  ve demokrasi , temel insan hak ve özgürlük prensiplerine verilen önem konfirme edilmiş ve Avrupa Topluluğu Calışanları Temel Sosyal Haklar şartı (1989)'na saygılı olunacağı belirlenmiştir.  1997 Amsterdam Antlaşması, Maastricht Antlaşması ile oluşturulan Avrupa Vatandaşlığı kavramına açıklık getirerek Vatandaşlık Haklarının belirginleşmesini ve geliştirilmesi karara bağlanmıştır. Avrupa vatandaşlığı; tüm üye ülkelerde oturma hakkı, serbestçe dolaşma, Avrupa Parlamentosu ve Belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı ile üçüncü ülkelerde diplomatik-konsolosluk koruması ve Avrupa Parlamentosu'na dilekçe verme hakkını kapsamaktadır.

Avrupa Birliği vatandaşlığı, sınırların engellemediği bir dolaşım özgürlüğü tabanında oluşmaktadır. Yerleşme, iş edinme, öğrencilerin/gençlerin dolaşımı gibi yeni Avrupa olanakları, bu yeni vatandaşlık çerçevesinde şimdiden gerçekleşmiş bulunmaktadır. Kişilerin yeterlik ve becerileri ile birlikte özgür dolaşabilmeleri konusu, Avrupa Birliği Anlaşmasının 8A Maddesi ile güvence altına alınmış ve mesleklerin/eğitimin Avrupa alanı kavramına işlerlik kazandırmıştır.

Enformasyon çağı olarak tanımlanan bir değişim ve atılım döneminde, nitelikli işgücü ile dönemin koşullarına egemen vatandaş, genel bir yaşam kalitesi düzleminde tümleşmesi gereken kavramlardır. Bu tümleşmenin, kısaca "demokrasi içinde gelişme" olarak tanımlayabileceğimiz amaca ulaşmasında eğitim kalitesi özel bir rol oynayacaktır. 

b)Anayasal Vatandaşlık

Son günlerde Türkiye'nin gündeminde yeniden tartışılmaya başlanan "Anayasal Vatandaşlık" kavramı, ulusal devleti, din, dil ırk gibi tarihten ya da coğrafyadan gelen "kültürel kimlikler" yerine, mensup olunan ülkenin siyasal kimliğine ve bu ülkenin "eşit haklara dayalı vatandaşlığı" kavramına bağlayan bir anlayışı dile getirmektedir.

Din, dil, ırk gibi, yukarda da belirtilen biçimde, başka kimlikleri dışlayarak kendi kimliğini güçlendirme eğilimi taşıyan ögeler, ulus devlet oluşumu içinde, öteki kimliklere karşı duyarsız, hoşgörüsüz, hatta düşmanca tutum ve davranışlar içinde olan militanlar elinde toplumsal etkileşimi engelleyici bir işleve doğru kayabilir.İşin kötüsü bu kayış, ulus devleti oluşturan asıl ögelere yani o toplumun çoğıunluğunun mensup olduğu dine, ırka ya da millete dayalı olarak ortaya çıkabilir. İşte o zaman ırka ya da dine veya milliyete dayalı bir "çoğunluğun baskısı" yani bir "faşizm" ya da diktatörlüklerin en korkuncu olan "çoğunluğun diktatörlüğü" kavramı, tüm toplumu bir orta çağ karanlığının boyunduruğuna alır.Tabii böyle bir oluşumun, derhal o toplumun içindeki öteki din, dil, ırk ve benzeri ayrımlara göre filizlenen "kültürel kimlikleri" de aynı baskıcı ve şiddete dönük yola iteceğini görmek için kahin  olmaya gerek yoktur.Ayrıca, çoğunluğun mensup olduğu kimlik kullanılmasa bile, kimi zaman, azınlıkta kalanların kültürel kimliğini çoğunluğa empoze etmek, ya da bir kültürel kimliği şiddete ve teröre başvurmanın gerekçesi olarak kullanmak derhal, "zincirleme reaksiyon" ile, içinde yaşanılan toplumu bir kan deryasına dönüştürebilir.İşte tam bu noktada, "Anayasal Vatandaşlık" kavramı, "yumuşak" ve "birleştirici" bir "kültürel kimlik" olarak ortaya çıkmaktadır:Bir toplumu oluşturan tüm bireylerin ve farklı grupların, din, dil, ırk ve benzeri köken farkı olmaksızın, devletin önünde eşit muamele gördüğü, ülkenin kamu hak ve olanaklarından eşit olarak yararlandığı, bu nedenle de üyesi olduğu devletle özdeşleştiği bir "Anayasal vatandaşlık".

c) Birlik Yurttaşlığı

Üye devletler otuz yılı aşkın süredir Topluluk yerlilerinin statüsünü serbest dolaşım ve birlik vatandaşlığı yoluyla hukuki, ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan sağlamlaştırmak için büyük çabalar sarf etmektedir.

Devletler hukuku asgari standartının oldukça üzerindeki bu hukuki temeller AET-A (1958) ile atılmıştır. Bunlar üye devletler kökenli AB yerlilerinin bulundukları üye devletlerin yerlileriyle eşit haklara sahip olmalarını eşit işlem görmelerini hedeflemektedir. Bu antlaşmanın temel fikri 2. maddeye göre her ne kadar ekonomik alanda bütünleşmiş bir düzenin yaratılması olarak ifade edilmekteyse de, AET-A, Topluluk mensuplarının tüm üye devletlerde aynı koşullarla ekonomik faaliyette bulunmalarına da zemin hazırlamıştır. Öte yandan üye devletler birlik yerlileri için getirdikleri kapsamlı düzenlemelerle bir çok alanda ayrıcalıklı bir sistem öngören, sürekli değişen bir hukuk düzeni yaratmışlardır. Bu hukuk sistemi ayrım gözetilmemesi, kişilerin serbest dolaşımı ve yerleşme ve hizmet edimi serbestliğini de kapsamaktadır. Bundan ötürü ulusal yabancılar hukukuna giderek daha tali bir rol düşmektedir.

Üretim faktörü olarak emeğin üye devletlerin coğrafi alanındaki hareketliliğinin hukuksal ve kurumsal zeminini ancak serbest dolaşım yaratabileceği için, serbest piyasa sisteminde bir iktisadi birliğin yaratılması serbest dolaşımın gerçekleşmesine bağlıdır. Bu nedenle serbest dolaşım en geniş anlamıyla "ister mekansal, ister maddesel, hangi açıdan olursa olsun hareket özgürlüğü" olarak anlaşılmaktadır. Bu sırada gerçek kişi olarak işçiye "kendi seçtiği bir işi Topluluğun yine kendi seçtiği bir bölgesinde yapma" hakkı tanınmıştır.

Serbest dolaşımın ekonomik yönleri daha kesin anlamlar taşımaktadır: "Bireyin şu ya da bu mesleği edinme veya icra etme, istediği bir işletmede ve istediği bir yerde şu ya da bu işi kabul etme kararında özgür olmasıdır." Bu özgürlükleri AT alanına aktarmak için AET-A'nın 48/2 maddesinde "üye devletler işçileri arasında istihdam, ücret ve diğer çalışma koşulları konusunda uyrukluk esasına dayalı her tür ayrımcılığın kaldırılması" ("eşit işlem") öngörülmüştür. Bu kişilere iş bulma kurumları aracılığıyla iş aranmasında ve temininde de yerlilere tanınmış olan olanaklar tanınmaktadır. Aynı şekilde birlik yerlilerinin etnik nedenlerle bir başka üye devlette ayrım görmeleri de yasaktır. İşe yerleştirmede, sağlık hizmetlerinden yararlanmada, mesleki haklarda vb. yerlilere kıyasla hiç bir ayrıma tabi tutulamamaktadırlar.

AET'yi Kuran Antlaşmanın yukarıda anılan maddesi ile 49. ve 50. maddeleri üye devletler kökenli işçilerin Topluluk içindeki serbest dolaşımını düzenlemektedir. Anılan maddelerle bu kapsamdaki kişilere Topluluk içinde iş alanını ve ikamet edecekleri yeri serbestçe seçme olanağı sağlanmaktadır. AT/AB'ye mensup işçilerin oturma izinleri ancak kamu düzeninin, kamu güvenliğinin ve sağlığının tehdit edilmesi gibi olağanüstü nedenlerle reddedilmektedir. Oturma izni bu kişiler için beş yıllığına verilmekte ve uzatılması istemi kamu sağlığını koruma gibi bir gerekçeyle reddedilmemektedir. Bu istem, yine örneğin sosyal yardım alınması, işgücü piyasasının durumunun uygun olmadığı veya geçersiz pasaport taşınması gibi gerekçelerle de reddedilmemektedir.

d)Serbest Dolaşımın Kapsamı

ATA’nın 19 maddesinde serbest dolaşımın tanımı yapılmamıştır ama muhtevasının ne olduğu belirlenmiştir.Bunlar a) bir işe talip olma hakkı b)bu amaçla yer değiştirme hakkı c) işi yapmak için oturma hakkı d) işin bitiminden sonra bazı şartlara tabi olarak orada lakabilme hakkıdır.Ayrıca ATA md 42’ de serbest dolaşımın sağlanması için sosyal güvenlik alanında da tedbirler alınması öngörülmüştür.Çünkü, üye devletlerde çalışma şartları arasında idari veya hukuki açıdan veyahut da sosyal güvenlik açısından büyük farlar olursa istenilen serbest dolaşımın gerçekleşmeyeceği muhakkaktır.Hatta o an çalışmayan fakat işçi niteliğine sahip kişiye de sosyal avantajlar tanınmaktadır.

Bu antlaşma hükümleri 1612/68 numaralı AET yönergesiyle somutlaştırılmış ve aynı zamanda içerik bakımından da zenginleştirilmiştir. Bu yönergede serbest dolaşım "işçilerin ve ailelerin temel bir hakkı" olarak nitelenmekte ve "işgücünün Topluluk içindeki hareketliliği işçi için yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi olanağını garanti eden ve dolayısıyla sosyal gelişimi kolaylaştıran bir araç olmaktır" denmektedir. Hemen arkasından da şu saptama yapılmaktadır: "Serbest dolaşım hakkından objektif ölçütlere göre ve özgürlük ve insanlık onuruna yakışan bir şekilde yararlanılabilmesi için, eşit muamelenin, fiilen ve hukuken ücret veya maaş karşılığı bir işin gerçekten icrası ve bir konutun teminiyle ilgili her şeyi kapsaması gerekmektedir; ayrıca işçilerin hareketliliği önünde duran, özellikle işçinin ailesini yanına aldırtma hakkı ve ailesinin geldiği ülkeye entegre olma koşullarıyla ilgili tüm engellerin kaldırılması zorunludur. Topluluktaki tüm işçilere eşit davranılması ilkesi, üye devletlerin bütün mensuplarına bir işe girerken yerli işçilerle aynı ayrıcalıkların tanınmasını kapsar." Yine, 1986 yılında AT sözleşmelerini değiştiren ve tamamlayan Avrupa Tek Senedi'nin (ATS) 13. maddesiyle de "(...) kişilerin serbest dolaşımı" güvence altına alınmıştır. İç piyasanın gerçekleşmesine paralel olarak, şekil bakımından gerçekleştirilmiş olan bu serbest dolaşımın yanı sıra, vergi ve aile yardımları gibi alanlardaki engeller de kaldırılmaktadır.

Avrupa Birliği'nin iç sınırları olmayan bir iktisadi birliğe dönüşme süreci içinde 1993 yılına kadar malların, hizmetin ve sermayenin serbest dolaşımı önündeki son engeller de kademeli olarak kaldırılmıştır. Göçmen işçilerin şu an % 40'ını (5 milyon) oluşturan üye devletlerin vatandaşları için bugüne kadar şekil bakımından gerçekleşmiş olan serbest dolaşımın yanı sıra, her düzeyde okul diplomalarının karşılıklı tanınması, araştırmaların teşvik edilmesi, emekli ve malul işçilerin kalma hakları vb. konulardaki sınırlamalar da kaldırılmıştır. Böylece, 1612/68 sayılı yönergeyle hayata geçirilmiş bulunan eşit işlem ve eşit statülendirme ilkeleri içerik bakımından daha da zenginleştirilip geliştirilmiştir. Ayrıca bu hakları tamamlayacak biçimde Birlik Antlaşması'nın 8. maddesiyle AB mensuplarına ikamet ettikleri ülkede yerel seçimlerde ve Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde hem seçme hem de seçilme hakkı tanınarak birlik vatandaşlığı uygulaması da başlatılmıştır.

IV - SONUÇ

Küreselleşme her şeyden önce bir olgudur ve buna karşı olmak ya da taraf olmak çok anlamlı tavırları ifade etmez. Eğer tarihin teleolojik olarak ileri giden bir düzlem olduğu düşünülürse, küreselleşme hiç şüphesiz ileri doğru atılmış bir adımdır. Elbette küreselleşmenin getireceği problemler de söz konusu olacaktır. Ancak problemler olgunun tamamen karşısında olmak refleksini geliştirirse bu tavır gerçekçi bir zemine oturmaktan uzaktır. Küreselleşme, toplumsal ve kültürel pek çok sürecin değişmesi anlamına gelecektir. Bu değişim süreci bilinene ideolojik yaklaşımları geçersiz kılmaktadır. Dolayısıyla bu ideolojik çerçevelerden yaklaşılması, sağlıklı ve kabul edilebilir çıkarımlar ortaya çıkarması beklenemez.

Önemli olan tavır, küreselleşmenin bir fiili durum olduğunu kabul etmektir. Taraf olmak ya da karşı çıkmak yerine “durum belirlemeyi” önemli hale getiren bu süreçte, yeni durumun getirilerinin arttırılması ve olumsuzluklarının asgariye indirilmesi için çaba sarf edilmesi gerçekçi ve yapıcı bir tavır olacaktır. Yine küreselleşmenin ortaya çıkardığı durumun olumsuzluklarını öne çıkarmak ve karamsar tablolar çizmek nihilist bir tavrı beraberinde getirmekten öte her hangi bir işleyişe sahip olmayacaktır. İnsanlar yaşamlarına anlamlı bir şekilde sürdürebilmeleri için gelecek hakkında umut beslemek zorundadırlar. Belki de küreselleşme bu açıdan insanlık için iyi bir tecrübe olabilir.

Diğer yandan da , Avrupa Birliği ve diğer ulusalüstü topluluklar yoluyla ulusal birimlerin kendi varlıklarının üstünde birimler oluşturmaları, yeni dünya düzeni ve farklılaşan egemenlik anlayışları, son yıllarda neredeyse bir ihtiyaç halini almıştır.Gelişen teknoloji ve bilgi çağının zorunlu kıldığı bu sistem hem devletlerin uluslararası arenada beraber hareket edebilme hem de birbirine sosyal,kültürel,ekonomik kapsamda bütünleşebilme imkanını yaratarak tek bir dünya olma yolunda adımlar atmalarını sağlamıştır.Bu kapsamda sınırların da fiilen kalkacağı bir düzen dünya vatandaşlığı konusunu da gündeme getirmektedir.İşgücünün, sermayenin ve benzer global eğilimli kavramların serbest dolaşımı ve bunun doğal sonucu olarak ulusalüstü birimlere dahil devletlerin vatandaşlarının  da bu globalleşme düzeninde yer almaları tek dünyamız var savsözünü de haklı çıkaracaktır.

İlgili Makaleler

Yorumunuzu Paylaşın